Son günlerde Abdullah Öcalan’a yönelik medya ve sanal medya üzerinden yürütülen saldırılar, yalnızca bireysel bir hakaret değil, toplumsal vicdanın derin bir yarası olarak karşımıza çıkıyor. İmralı’da süren tecrit politikalarının ötesinde, alaycı ve nefret yüklü bir dilin yaygınlaşması, toplumun barış arayışına karşı büyük bir tehdit oluşturuyor.
Bir coğrafyanın kaderine düşen bu ağır gölge, İmralı’daki tecrit duvarlarını aşarak alaycı, küçümseyen ve nefretle yoğrulmuş bir dille topluma sirayet ediyor. Bu dil, yalnızca Öcalan’ı karalamayı değil, toplumu birbirine düşman kılmayı, barışın tohumlarını kurak bir çözümsüzlüğe sürüklemeyi amaçlıyor. Oysa barış, yalnızca bir kelime değil; geleceği inşa eden bir felsefe, halkların birlikte nefes alabildiği bir hakikattir.
Öcalan’ın mücadelesi, savaşın ve düşmanlığın cenderesine sıkışmış bir topluma barışın alternatif bir yolunu göstermek üzerine kuruludur. Onun “Jin, Jiyan, Azadî” diye yankılanan çağrısı, kadınların özgürlüğünden halkların kardeşliğine uzanan bir hakikat ezgisidir. Ancak bu ezgi, yalnızca Kürt halkına değil, bu toprakların tamamına aittir. Zira kadının özgürleştiği bir toplumda, hepimiz yeniden kökleniriz; dostluğun ve adaletin ışığında, hepimiz yeniden yeşeririz. Kadın ve yaşamın bütünlüklü formülü, tınısını ve enerjisini buradan almaktadır. Öcalan’a saldırı ise esas olarak özgür kadın felsefesine saldırıdır.
Ne var ki, bu felsefenin derinliği, savaştan nemalanan ve halkları ayrıştırmaktan çıkar sağlayan karanlık odakların hedefi olmaktan bir an olsun kurtulamıyor. Öcalan’a yöneltilen bu saldırılar, yalnızca bir kişinin itibarını zedeleme çabasını değil; toplumsal vicdanı sindirme ve birlikte yaşama fikriyatını boğma girişimini de içeriyor. Nefretle yazılmış manşetler, düşmanlıkla dolup taşan ekranlar, sanal medyada yayılan zehirli söylemler… Tüm bunlar, toplumu çatışmaya mahkûm etme planının sinsi parçalarıdır.
Peki, bu çözümsüzlük kime kazandırıyor? Toplumu ayrıştıran, halkları birbirine düşman kılan bu dilin kazananı yoktur. Zira çözümün yokluğu, yalnızca çatışmaların devamını değil; ekonomik kaynakların tükenişini, toplumsal huzurun kaybını ve ortak geleceğimizin kararmasını beraberinde getirir.
Barış, bir siyasetin ötesinde, insanlığın en derin özlemidir. Ancak bu özlem, yalnızca çatışmaların sona ermesiyle değil, adaletin yankılanması ve vicdanların yaralarının sarılmasıyla gerçeğe dönüşebilir. Öcalan’ın mücadelesi, bu evrensel değerlerin somut bir ifadesidir; ona karşı yöneltilen nefret dolu dil ise toplumsal vicdanın çetin bir sınavıdır. Bu sınavda kimin hangi safta olduğu, Öcalan’a yaklaşımda açıkça görülür. Yıllardır “deneyimli siyasetçi” ve “gazeteci” kisvesi altında konuşanların son günlerde sergilediği iki yüzlülük, hakikat karşısında maskelerinin düştüğü anı simgelemektedir.
Sonuç olarak, Kürt halkının değerlerine “terör” yaftaları ve cinsiyetçi söylemlerle yapılan insanlık dışı saldırılar karşısında hakikati savunmak, vicdan taşıyan herkesin onurlu bir görevidir. Unutulmamalıdır ki, hakikat susturulamaz. Bugün, barışın ve ortak yaşamın sesi olan Öcalan şahsında milyonlarca Kürde yönelen bu karanlık dil, sadece bir halkı değil, tüm insanlığı hedef almaktadır. Aydınlık bir geleceğe yürümek için herkes tavır almalı ve sorumluluk üstlenmelidir. Aksi hâlde, kaybeden yalnızca bir halk değil; insanlığın vicdanı ve ortak geleceği olacaktır.
Çözüm, insanlığın ortak vicdanında filizlenir. Kürt halkının onuruna çamur atanlar, o çamurun eninde sonunda kendi yüzlerinde iz bırakacağını bilmelidir. Tarih, hakikati boğmaya çalışanların karanlığını değil, o hakikati savunanların ışığını yazar. Nefret ve düşmanlık diline karşı durmak, sadece bir halkın değil, tüm insanlığın onuruna sahip çıkmaktır. Çünkü onurlu bir barış, kirli dillerin değil, vicdanların ve cesaretin eseri olacaktır. Bu, hakikatin er ya da geç galip geleceğinin en görkemli kanıtı olacaktır.