Her zaman olduğu gibi yine savaşta ısrar edenler savaşın acısını çekenler değil. Nefret söylemlerini, savaş tehditlerini dile getirenlerin, varlığını savaşa bağlamış olan kesimlerin sözcülüğünü yaptıkları aşikâr. 93’ten beridir süreci akamete uğratan karanlık el olarak tariflenenlerin kendini dışa vurumu oluyor bunlar
Cengiz Yürekli
Meclis açılışında yaşanan gelişmeler ve akabinde MHP liderinin meclis kürsüsünden yapmış olduğu açıklamalar ülke gündemini başka noktaya taşıdı. Bu açıklamaların bireysel inisiyatif ürünü olduğunu iddia etmek gerçekçi değil. Bölgedeki gelişmeleri okuyabilenler açısından beklenen bir durum olmasına rağmen çoğu kesimin hazırlıksız yakalandığı da bir gerçek. Her zamanki gibi hazırlıklı olan, ne yapacağını bilen, bunun için plan ve programa sahip olan yegane aktör Sayın Öcalan gibi duruyor. İktidar cenahının tavır ve söylemleri derinlikli bir değerlendirmeye muhtaç olsa da özellikle muhalefet partilerinin kamuoyuna yansıyan tutumları böylesi bir tabloyu açığa çıkarıyor.
Bu süreci, bölgedeki gelişmeler, bölgesel ve küresel aktörlerin konumlanması, uzun süredir yürütülen politikaların yarattığı yorgunluk ve tahribatların dayatması olarak ele almak gerçeğe daha yakın olacaktır. Mevcut deneyimler de bu tarz süreçlerin koşulların dayatmasıyla geliştiğini örnekliyor. Bu nedenle süreci tek taraflı bir lütuf olarak değerlendirip samimiyet yüklemek veya beklemek yanlış sonuçlara yol açar. Tarafların geçmiş deneyimleri ve gelecek hedefleri doğrultusunda pozisyon almaları, politika geliştirmeleri işin doğasıdır. Ancak toplumsal kesimlerin ve siyasal aktörlerin inisiyatif geliştirerek demokratik dönüşümü dayatmaları, çözüm için ortak uzlaşı sergilemeleri umutlanmak için en büyük belirleyen olacaktır.
Olası bir sürecin selameti için pozitif katkısı olmazsa olmaz olan CHP, iki şerhle destek vereceğini ifade etti. Gazilerin ve şehit ailelerinin hassasiyetini koruyacağı, bir diğeri de anayasal değişiklik yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yeniden seçilme yolu açılmayacağı şartlarını sundu. Elbette Cumhuriyetin kurucu partisi ve ana muhalefet olarak bu sorunun mağduru olmuş, acılarına maruz kalmış herkesin, her kesimin taleplerine kulak vermekle, hassasiyetlerini gözetmekle yükümlü. Kırk yıllık bir şiddet sarmalının yaşanmışlıklarını göz ardı ederek toplumsal bir mutabakata erişmek zaten mümkün değil. Sorunun ülkenin her kesimine, dört bir yanına acıları taşıdığını unutmamak elzemdir. Kürtlerin hafızasının bu acılarla dolup taştığını, her gün yenilerinin eklendiğini de hiç kimse inkar edemez. Toplumsal vicdan acıları süreklileştirmekle, araçsallaştırmakla değil bu acıların son bulmasıyla açığa çıkacaktır. Büyüyerek devam eden bir döngünün bu acılara acı ekleyeceği de kaçınılmaz. 1993’te Turgut Özal ile başlayan girişimler samimiyetle desteklense, bu toplumun bağrından onlarca yıl çalınmamış olacaktı. Nefret söylemleri ve empatiden yoksun tutumlar ise belki onlarca yılın daha heba olmasına neden olacak. Böylesi bir lüksümüzün olup olmadığı sorusunu herkesin dürüstçe cevaplaması lazım. Öcalan’ın 2013 Newroz mesajında belirttiği gibi “akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor.”
Bu hakikatten hareketle yaşanmışlıkları kutuplaştırmak yerine ortaklaştırmak, hassasiyetleri sahiplenmenin ve onlara gereken değeri vermenin esas yöntemi olsa gerek. Bunca acının yanı sıra ülkenin çalınan demokrasisi, yok edilen barışı, geri bırakılan ekonomisi, sosyal kültürel geri kalmışlığı, bir bütün olarak maddi ve manevi değerlerin yitimi söz konusu. Bununla yüzleşmek belki çözümün toplumsallaşmasının ilk adımı olabilir. İşte o zaman gerçek anlamda çokça bahsedilen bir Türkiye yüz yılı, onun öncülüğünde Ortadoğu barışı mümkün olacaktır. İyi niyetle ve samimi irade ile desteklenen bir yolda sürecin kendi telafi mekanizmalarını oluşturması da ihtimal dahilindedir.
Cumhurbaşkanının yeniden seçimine ilişkin şerhler ise barış, çözüm kavramlarının ciddiyeti ile bağdaşmıyor. Hele ki “sandığı kur aday ol yarışalım” derken böylesi bir hususu şart diye ileri sürmek absürt olmaktan öteye geçmiyor. Evet, anlaşılıyor politika yapıyor, seçmen kitlenize mesaj veriyorsunuz. Ancak politika yapmak salt sizin tekelinizde olmadığı gibi bunu sizden çok daha derin ve çok daha büyük toplumsal amaçlar için yapanların olduğu ihtimalini göz ardı ediyorsunuz. Size hak olanı Kürde layık görmemeniz bütün sorunu özetliyor esasında.
Kürtlerle eşit ilişki kurmak yerine üstenci yaklaşım sorunun ta kendisi oluyor. Bir halk varsa onun hakları vardır. Bu haklara sahip olmak isteği sorun olarak tanımlanamaz. Kürt sorunu olarak tanımlanan hadise ise kolektif bir kimliğin haklardan yoksun tutulması ısrarıdır. Kürtlerin dilini, kültürünü yaşatması, tarihiyle aidiyetini kurması, kimliği ile var olması, kendi yaşamı hakkında söz sahibi olması sorun olarak tanımlanamaz. Kürtlerin hak arayışı, insanca yaşam talebi yüz yıldır İngiliz oyunu, dış güçlerin kışkırtması diye yaftalanıyor. Aynı ret ve inkar iktidarından muhalefetine, sağından soluna emperyalizm söylemi ile devam ettiriliyor. Bu yapılırken yurttaşı olduğumuz Cumhuriyetin belki de büyük devlet olma iddiasıyla emperyalist addedilen devletler ile politik, askeri, ticari işbirliği, Irak ve Suriye’deki pozisyonu nedense görmezden geliniyor. Emperyalizmin en büyük mağdurunun Kürtler olduğu gerçeğine ise sırt dönülüyor. Bu çerçevede emperyalizm ve beka söylemleri harmanlanınca iktidara ülkedeki bütün farklılıklar üzerinde sınırsız bir baskı politikası uygulama zemini doğuyor. Bu politika temelinde Kürtlerin hak arayışına en şedit yöntemlerle karşılık verildiği de herkesin malumu.
Bu nedenle açıkça sormak gerekiyor; iktidara mı muhalifsiniz yoksa sorunun çözümüne mi? Bu soruyu sormanın acı tecrübelerden kaynaklanan çok haklı sebepleri var. 2013-2015 çözüm sürecinde Kürtler AKP ile anlaşacak, demokrasiyi satacak diyenler 2016 Ağustos’unda “Yenikapı Ruhu” adı altında Kürtlere dönük çöktürme planının arkasında saf tuttular. Buradan sağlanan konsensüs ile kayyum atamaları, milletvekillerin tutuklanması, gazete, televizyon, derneklerin kapatılması, yoğun ihraçlar, gözaltı ve tutuklamalar, parti kapatma davaları, sınır ötesi operasyonların ardı arkası kesilmedi.
Bütün bunların yanı sıra acıdan, ölümden rant devşirenler de boş durmuyor, toplumu zehirlemeye devam ediyorlar. Her zaman olduğu gibi yine savaşta ısrar edenler savaşın acısını çekenler değil. Nefret söylemlerini, savaş tehditlerini dile getirenlerin, varlığını savaşa bağlamış olan kesimlerin sözcülüğünü yaptıkları aşikâr. 93’ten beridir süreci akamete uğratan karanlık el olarak tariflenenlerin kendini dışa vurumu oluyor bunlar. Yıllardır sorunun çözümsüzlüğünde oynadıkları rol, tehlike olarak değerlendirilmeyi ve boşa çıkarılmayı dayatıyor. Bu ise demokratik politikayı geliştirmek ve çözüm arayışını toplumsallaştırmaktan geçiyor. Bu nedenle “demokratik uzlaşı, özgür siyaset ve evrensel hukuk sacayağına dayalı çizgi en doğru ve sonuç üretici siyasi platform durumundadır.” Herhalde tek tek bu kavramlara da, bu önermenin kendisine de, hayata geçirilmesine de kimsenin itirazı olmayacaktır. Öcalan’ın koşullar oluşursa dediği tam olarak bu önermede saklı. Bu nedenle koşulların oluşması için çabalamak asli sorumluk olarak hepimizin önünde duruyor. Her kesimin hassasiyetlerinin tatmin edilmesi de umudun var kılınması da bu çabaya bağlı.