Türkiye kapitalizmi ikinci kuşak bir kapitalist ülke olarak, uluslararası işbölümünde yer alıyor. İkinci kuşak tanımlaması metropollerin dışındaki ilk halkayı ifade ediyor. Ve özellikle kapitalist gelişmişlik düzeyi, küresel ekonomideki yerleri ve entegrasyon boyutlarıyla öne çıkan ülkeleri kapsıyor. Ayrıca ikinci kuşak kapitalist ülke tanımını neo-liberal politikaları hızla ve radikal bir şekilde hayata geçiren ve hızlı proleterleşme sürecinin yaşandığı ve proletaryanın toplumsal maddi bir güç olarak şekillendiği ülkeleri anlatmak için vurguluyoruz. Yani Türkiye; içinde Arjantin, Brezilya, Güney Kore ve Güney Afrika gibi kapitalist ülkelerin bulunduğu, kapitalist gelişmişlik düzeyi olarak (bazı özgünlük ve kapasite farklılıklarına rağmen) benzer karakterler gösteren, dünya ekonomisinde aynı sıralarda ve kuşakta yer alan bir ülke. Yakın dönemde uluslararası finans kapitalin sözcüsü olan kurum ve yayınların ifade ettiği kırılgan 5’li ya da kırılgan 8’li ülkeler içinde Türkiye’nin de bulunması, aslında bir kapitalist kuşağa ilişkin gönderme ve iktisadi yorum olarak kabul edilebilir.
Türkiye kapitalizmi, geç ve bağımlı kapitalist gelişme karakterinden dolayı bazı yapısal sorunlara sahip. Sosyalist hareket bu konuda farklı kavramlaştırmalar ileri sürse de Türkiye kapitalizmi, sermaye birikim sorununu tarihsel ve yapısal olarak yaşıyor. Dış kaynağa bağımlılığı bir anlamda narkotik bir bağımlılığı ifade ediyor. Türkiye ekonomisi bu karakterine bağlı olarak dış kaynak ya da sıcak para geldiğinde büyüme gösterirken, tabii ki bu büyüme sanal bir büyüme olarak biçimleniyor, kaynakta bir kısıt yaşandığında ya da küresel finans hareketlerinde farklı dalgalanmalar görüldüğünde ekonomi hızla krize sürükleniyor.
Yeni hamleler
Türkiye kapitalizminin özellikle son 25 yılı bir yeniden yapılanma dönemi olarak ele alınabilir. Biraz daha tarihi geriye çekersek 1980’li yılları baz alabiliriz. Neo- liberal politikaların en radikal ve en rijit bir biçimde hayata geçirildiği bu süreç; emeğin ve doğanın stratejik bir sömürgeleştirilme süreci olarak yaşandı, yaşanıyor.
Finans kapital ve yeni sermaye fraksiyonları son derece agresif biçimde stratejik hamleler yapıyor. Yeni devlet sermaye birikiminin istikrarı ve güvenliğinin sağlanması ve artı- değer sömürüsünün ve değer transferinin gerçekleşmesi için bir dizi radikal düzenlemelere girişiyor, gerektiğinde formel ve informel şiddeti devreye sokuyor.
Özellikle pandemi süreci ve sonrası gelişmeler bu eğilimi daha da şiddetlendiren sonuçlar yarattı. Pandemi, küresel düzeyde Çin’in tedarik zincirinde oynadığı rolü zayıflattı. Ayrıca küresel jeo-politik gerilimler ve ABD’nin Çin’i kuşatma stratejisi ve örtük gerçekleştirdiği ticaret savaşları küresel tedarik zincirinde ciddi boşluklara neden oldu.
Bu konjonktürün açtığı zeminde aktif biçimde rol almaya çalışan Türkiye kapitalizmi, kökleri 1990’ların ortalarına dayanan çabalarıyla ve özellikle son 10-15 yıllık kesitte tedarik merkezi olma yönünde büyük sıçramalar kaydetti.
AKP, finans kapitalin en militan partisi olarak işlev gördü. Hayırsever kapitalizm uygulamalarıyla yüksek bir rıza mekanizması yarattı ve sermayeye olağanüstü olanaklar sundu. Özelleştirme dalgası son derece şiddetli olarak bu dönemde hayata geçirildi. Finans kapitale büyük değer transferleri yapıldı. MÜSİAD’ta biçimlenen ve hızla yeni sermaye fraksiyonu olarak gelişen eğilimin yanında, finans kapitalin tarihindeki en büyük karlarını bu dönemde yaşaması şaşırtıcı değildir, yukarıdaki tanımlamamıza uygun bir gelişmedir.
Küresel ekonomiyle entegrasyon düzeyini ve uluslararası işbölümündeki rolünü daha derinleştiren Türkiye kapitalizmi, stratejik yönelimlerle küresel fabrikanın önemli atölyelerinden biri olmaya çalışıyor.
Küresel lojistik, tedarik, hizmet ve üretim odağı/merkezi olarak konumlanmak istiyor. Bu süreç bir anlamda Avrupa’nın Bangladeş’i olma sürecidir. Hatta bu yönelimi stratejik bir yönelim olarak da değerlendirebiliriz.
Bölgesel pazarlar
Bu yönelimin somut yansımalarını 400’e yakın organize sanayi bölgesinin kurulması, 40’a yakın özel bölgenin ve yine 40’ın üstünde serbest ticaret bölgesinin faaliyet yürütmesinde görebiliriz. Ve bir dizi benzer bölgelerin inşası gündemdedir.
6 milyon işçinin çalıştığı bu alanların yanı sıra Türkiye’nin her coğrafyası yeni hizmet ve üretim alanına çevrilmiş, büyük üretim merkezlerinden yeni hizmet alanlarına kadar faaliyet yürüten çok yönlü küresel bir atölye ya da imalathane konuma gelmiştir. Tarım içinde benzer şeyleri söyleyebiliriz. Uluslararası tarım tekellerinin kontrolünde olan kıymetli topraklar aynı zamanda (en azından bazıları Maraş’ta olduğu gibi) yeni organize sanayi bölgelerin inşa alanına dönüştürülmüştür. Bu süreç bir nevi modern çitleme şeklinde yürütülmektedir.
Yani Anadolu ve Mezopotamya toprakları şiddetli ve hızlı bir mülksüzleşme ve proleterleşme süreci içindedir. Son çeyrek asrı Türkiye Cumhuriyeti (TC) tarihinin en yoğun ve en radikal proleterleşme dönemi olarak ele alabiliriz. Zaten rakamlarda söylediklerimizi doğrulamaktadır. Resmi olarak 16 milyona yakın ücretli çalışanın yanında 6,7 milyon arasında kayıt dışı çalışan ve göçmen işçi bulunmaktadır ve geniş tanımla işsizleri de dahil ettiğimizde 35 milyona yakın bir proletarya kitlesiyle karşı karşıyayız. Bu olağanüstü kitle ucuz ve örgütsüz işgücü ve olağanüstü rezevr işgücüyle uluslararası tekellerin ve finans kapitalin hizmetine sunulmaktadır.
Bu gelişmelerin yanında TC, emperyalizmin av sahasına dönüşen Ortadoğu’da yeni düzenin inşasında bir bölgesel güç ya da alt emperyalist bir güç olma yönünde hamleler yapmaktadır. Ve yönde önemli inisiyatif alanları yarattığı da bir gerçektir. Filistin ve Lübnan’daki gelişmelerin yanında Suriye’de Baas rejimin yıkılışı/çöküşü Ortadoğu’da yeni tarihsel moment olarak ele alınabilir. (İki kutuplu dünya konjonktüründe küçük burjuva Arap milliyetçiliğini simgeleyen Baas hareketinin, bir dönem Arap halkları üstünde ciddi bir ağırlığı vardı. Suriye Baas rejiminin yıkılışı bu tarihsel parantezin kapanması anlamı da geliyor). 13 yıllık iç savaş sonrasında Suriye olmayan bir devlete ya da destabilize, parçalanmış bir coğrafyaya ve gerçek manada av sahasına dönüşmüş bir alandır. İç savaş sürecindeki büyük yıkımın ardından her düzeyde inşa ihtiyacı, geniş ve her şeye muhtaç bir coğrafya/pazar olması finans kapitalin iştahını kabartmaktadır. Suriye’nin bundan sonra sürekli iç savaş coğrafyasına dönüşmesi söylediklerimizi değiştirmez. Aktüel olarak siyasi iktidarın organik sermeye grubu olarak bilinen inşaat şirketlerinin bugünden başlayan çabaları bu arzuyu ifade etmektedir. Kapitalist devlet bu noktada askeri, diplomatik ve tehdit gücü olarak bir ön düzenleyici gibi hareket etmektedir.
Militaristleşmenin sonuçları
Eğer yukarıdaki tespitleri yapıyorsanız, bu gelişmelerin bazı somut yansımalarının olacağı da bilinmelidir. En başta Türkiye’nin agresyon politikalarıyla hızlı bir militaristleşme sürecine girmesi ve sürekli savaş coğrafyasına dönüşen Ortadoğu’nun büyük paylaşımında rol alması, bir savaş rejiminin önünü açacağı ve savaş ekonomisini derinleştireceği ortadadır. Öte yandan Türkiye’nin küresel tedarik zincirinde bir odak coğrafya olma girişimi bu süreçle ortak işleyen gelişmelerdir.
Çok vektörlü, gerilimli hatta Kürt sorunun yeni boyutlar kazanma ihtimalinin yüksek olduğu bu süreçte paradigma kırılmaları yaşanabilir. Finans kapital ve kapitalist devletin bu tarihsel momentumda çok somut bir ihtiyacı olacaktır. İşçi sınıfının her düzeyde kontrol edilmesi, sistematik örgütsel yıkımı ve enkazlaştırılması hedeflenecektir. Ayrıca kimlik ve kültür politikaların derinleştirilmesi, emperyal arzunun kitlerin arzusuyla kaynaştırılması ve yeni rıza mekanizmalarının devreye sokulması da kaçınılmazdır. Deleuze ve Guattari’nin ifadesiyle Kapitalist makina arzu üretir. Özellikle teyakkuz hali ve savaş atmosferi kitleleri iktidarla bütünleştiren ve onun bedeni haline dönüştüren bir içeriğe sahiptir. Önümüzde dönemde bu yönün yeni rejimin üzerinde çalışacağı bir olgu olduğu bilinmelidir. Sınıf için bunun anlamı yeni köleleşme ve itaat biçimleridir.
Peki bu gelişme dinamiklerinin somut yansımalarını bakmamız gerekirse en başta sermayenin tüm fraksiyonlarıyla yeni emek kontrolü yönünde stratejik hamleler yapacağı ortadadır. Uzun zamandan beri bu yönde zaten ciddi adımlar atılıyor. Amaç artı- değer sömürünü yoğunlaştırmak, emeği paralize etmek, direncini sistematik olarak kırmak, hatta demolarize etmek, son derece katı bir çalışma disiplinini dayatmak ve sınıfın rıza göstermesini sağlamaktır. İşçi sınıfın sadece çalışma alanı değil, yaşam ve boş zamanı da kapitalist yeniden üretimin parçası haline getirilmeye ya da bu alanlar gerçek manada kapitalist bir sektöre dönüştürülmeye, sınıfın yabancılaşması derinleştirilmeye çalışılıyor.
Uygulanan katı despotik emek rejimleri M. Burawoy’un tanımlamasıyla sadece fabrika rejimlerini ifade etmiyor, aynı zamanda siyasal rejimi ve devletin karakterini de ortaya koyuyor. Bu tanımlamayı derinleştirsek despotik emek kontrolü işçilerin emek ve yaşamını sermayenin bütünüyle denetlemesini ve emeğin çok boyutlu abluka altına alınmasını kapsıyor. Sistematik sömürünün yanında sınıfı tahakküm altına alan, iktidarı içselleştiren ve asıl olarak onu terbiye eden uygulamalar devreye sokuluyor. Marx’ın Kapital I’de altını çizdiği emek zamanın sermaye tarafından bütünüyle kontrolü, sınıfın sistemli bir şekilde değersizleştirilmesi politikalarıyla birlikte uygulanıyor.
Tüm bu gelişmeler sınıf mücadelesi açısından yeni bir sürece hatta özel bir vurgu anlamında tarihsel bir momentuma girdiğimizi söyleyebiliriz.
Direnişler ve Kürtler
En başta sınıfsal çelişkilerin şiddetleneceği ve sınıfsal öfkenin artacağı bir konjonktürün kapıları aralanıyor. Emek-sermaye arasındaki antagonist çelişkinin Anadolu topraklarının her alanına yansıması kaçınılmazlaşıyor. Son birkaç yıldan beri sınıf mobilizasyonun demografik seyri söylediklerimizi doğrular nitelikte. Bu zamana kadar muhafazakâr reflekslere sahip, bir çok kent; yeni işçi havzaları olarak öne çıkıyor ve yeni işçi eylemleriyle dikkat çekiyor. Doğanın ve emeğin şiddetli sömürgeleştirilmesi tüm coğrafyalarda çelişkileri şiddetlendiriyor ve proletaryanın reflekslerini tetikliyor. Aynı zamanda bütün yerel oligarşiler ve tahakküm ilişkileri kırılıyor. Sınıfı kontrol etmek için devreye sokulan geleneksel itaat mekanizmaları yanında patronaj ve kimlik politikaları aşınıyor.
Zaten alana müdahale ettiğinizde karşınıza yerel iktidar ve tahakküm blokunun çıkması boşuna değil. Kavga dostları gösterdiği gibi düşmanı da gösterir. Ve sınıf savaşının tohumları Anadolu coğrafyasının her şehrine serpilmiş durumda.
Kürt toprakları ve illeri bu gelişmelerden azade değil. Başta Diyarbakır, Van, Batman olmak üzere hemen hemen bütün Kürt illeri, yeni proleterleşme dalgasının içine girmiş durumda ve yeni proleter kentlere dönüşüyor. Kürt özgürlük hareketi açısından yeni bir durum olan bu gelişmenin çok somut yansımaları var. Ve bu konu, üzerinde çok durulmayan ya da es geçilen bir konu olarak dikkat çekiyor. Bir anlamda kadınların işçileştiği, işçiliğin kadınlaştığı konjonktür gibi, Kürtlerin işçileştiği, işçiliğin Kürtleştiği bir konjonktürün içindeyiz. Benzer bir şeyi çocuklar içinde söyleyebiliriz. Bu tanımlamalar Kürt coğrafyasında sınıfsal kutuplaşmaların önünün açılacağına ilişkin bir vurguyu içerdiği gibi sınıfsal bilincin gelişmesinin önemini ortaya koyacaktır. Ulusal bilincinin gelişkinliği tek başına sınıfsal bilinci besleyemez. Sınıfsal bilinç her şeyden önce farklı sistematik, mücadele ve örgütlenme disiplinini ifade eder.
Bu noktada İrlanda deneyimi ve İrlanda ulusal ve özgürlük mücadelesinde son derece önemli bir kimlik olan J. Connolly üzerine okumalar yapmak yararlı olacaktır.
Ulusal bilinç, sınıf kavgası içinde sıçramalı bir sınıf bilincinin oluşmasında etkilidir ve önemlidir. Ciddi bir maya işlevi görebilir. Bunu salt teorik çerçevede değil, pratik faaliyetler içinden de biliyorum. 2009 yılında benimde katkıda bulunduğum uzun ve birden çok gerçekleşen Marmaray direnişleri buna örnektir, yine iştirak ettiğim 2013 Mersin Liman işçileri direnişi ve birçok fabrika örgütlenmesi Kürt kökenli işçilerin sınıf kavgası içinde hızla yer alışı ve hızlı bilinç sıçramaları yaşadığını göstermiş önemli örneklerdir.
Kısacası Kürt topraklarında çıplak bir sınıf kavgasının bütün nesnel zeminleri ortaya çıkmıştır. Ulusal mücadelenin yanında sınıf kavgasının önem taşıdığı ve domine olduğu bir sürecin içine giriyoruz. Özgürlük mücadelesinin bu ayağının daha belirgin olacağı bir konjonktürün içindeyiz (Bu konu çok katmanlı ve çok boyutlu olduğundan ancak yazının sınırlı içinde bazı önemli vurgular yaparak ele aldık).
Çoklu kriz ve yeni devlet
Süreç çok vektörlü gelişiyor. Türkiye kapitalizmi geniş anlamda bir birikim ya da büyüme krizi içinde. Başka bir ifadeyle birikim rejimi krizi yaşıyor. Ekonomide çoklu kırılganlık yeni kriz dalgalarının önünü açabilir. Makro ekonomideki veriler son derece dengesiz ve kriz tetikleyici mahiyette. Bir kartel rejimi ya da desizyonist-polikratik bir yapı özelliği gösteren rejim emeğin stratejik ezilmesini amaçlayan politikalar gerçekleştiriyor
Yeni kapitalist devlet sermaye birikimini her şartta gerçekleştirmek, sermaye birikimi önündeki tüm engelleri kaldırmak, artı-değer sömürüsünü derinleştirmek, mutlak artı-değer diktatörlüğünü kurmak ve sermayeye stratejik alanlar ve olanaklar yaratmakla mükellef hareket ediyor. Çünkü Avrupa’nın Bangladeş’İ olmak ucuz emek ve yoğun sömürüyü koşulluyor.
Bu sürecin başka bir yansıması devletin bütün “toplum sözleşmelerini” devre dışı bırakarak kök devletleşmesidir. Kök devlet, siyaset felsefesinde devlet teorisi tartışmalarında önemli bir yere sahip olan toplum sözleşmesi (T. Hobbes, J. Locke, J.J. Rousseau’da biçimlenen) anlayışının bir yansımasını ifade eden, anayasa ve yurttaşlık gibi modern bireyin sözde sahip olduğu haklarını yok sayan, fiilen devre dışı bırakan ya da pseudo- anayasal bir devlet karakteridir. Kök devlet, devlet ile toplum arasındaki mesafeyi ortadan kaldırır ve devlete tabilik üzerinden yeniden kuran bir işleyişin önünü açar.
Bugün işçi sınıfının anayasal, yasal hakları ve yurttaşlık hakları fiilen rafa kaldırılmıştır. Kök devlet finans kapitalin arzularını büyük bir titizlikle yerine getirmektedir. Son grev yasayı ve sendikal faaliyet ve örgütlenme önünde tüm engellemeler ve uygulamalar bunun somut örnekleridir. Tüsiad başkanın grev hakkı için söyledikleri finans kapitalin kar arzusu ve manik karakterinin somut bir göstergesidir. Finans kapital yeni devleti göreve çağırmıştır ve görev yerine getirilmiştir. “Üretimin ekosistemi” işçi sınıfının ağır sömürüsü, kanı ve canından başka bir şey değildir.
Zemberek doluyor
Sınıf savaşları şiddetleniyor ve zemberek doluyor. 2024 Kasım- Aralık ayında farklı sektörlerde gerçekleşen ve birçoğunun devam ettiği 35’in üstünde grev ve direnişler somut olarak bunun göstergesi.
2024 yılı, 1500’ün üzerinde direniş ve yaygınlaşma karakteri gösteren grevlerle dikkat çekti. Sınıf kendi otonomisine dayanarak iş, ekmek, gelecek, haysiyet ve onur mücadelesi veriyor. Onurun ekmek kadar yaşamsal olduğunu gösteren pratikler yaşandı. 2025 yılının 750 bin işçiyi kapsayan kamu işçilerinin toplu sözleşme yılı olması ayrıca dikkat çekici. İşçi sınıfının, sınıfsal öfkesi birikiyor. İyi kulak verildiğinde yeraltından büyük uğultular geldiği duyabilir. Ve öfke hem siyasal, hem de sınıfsal odak olacak öznesini arıyor.
Metal grevinde şiar haline gelen “İşgal, Grev, Direniş” sloganı son derece kritik bir slogandır. Sınıf bu sloganı bugün belki refleks olarak atıyor ama özellikle işgal pratiği özel mülke yönelik sınıfın stratejik bir hamlesini ifade eder ve sınıfın hızla nesnel ve öznel şekillenişini yaratır. Aynı zamanda sınıfın sınıfsal bilincinde hızlı, sıçramalı gelişmelere yol açar ve savaşçı ruh halinin sınıfın bütününe sirayet etmesinin zeminlerini hazırlar. Her şeyden önce sınıfın özgüvenini pekiştirir, kapitalist sistemin ruhunu ve işleyişini kavratır. Bu slogan üzerinde düşünülmeli ve sınıf çalışmalarında ihmal edilmeden, işlenecek bir konu olarak ele alınmalıdır.
Bunun yanı sıra lokal eylemlerin yaygınlaşması ve Anadolu toprakların bütününde lokal eylemlerin farklı sektörlerde gerçekleşmesi önemli bir gelişmedir. Hem öfke ve arayışın, hem de bir karşı koyuşun ifadesi olan bu eylemler sınıfsal enerjinin hızla biriktiğini ve özellikle havzalarda yeni fay hatlarının ortaya çıkabileceğini gösteriyor. Ayrıca yaygın lokal eylemler bir başka boyutta sınıf savaşının asabiyetini ve zemini besleyecek bir içeriğe sahiptir.
Yine bu eylemlerin hemen hemen bütününde taban örgütlenmelerin kurulması ve eylemlerin bu komiteler aracılığıyla yürütülmesi son derece önemlidir. Taban örgütlenmeleri bir yandan sınıfın özinisiyatifini, kolektif davranma yeteneğini besleyen, sınıf dayanışması ve sınıf bağını ören örgütsel pratikler olarak dikkat çekerken, öte yandan sendikal bürokrasiye karşı net bir mesafe alışı göstermektedir.
Yaşanan pratiklerde dikkat çeken en önemli hususlardan bir diğeri ise kadın işçilerin eylem ve direnişlere aktif katılımıdır ve bu eylemlerde bazı öncü ve militan kadın işçilerin öne çıkmalarıdır. Bağımsız, mücadeleci sendikalar içinde de yeterli olmasa da kadın yönetici ve önderlerin olması son derece önemli bir gelişmedir. Bu durum kadınların işçileştiği ve işçiliğin kadınlaştığı ve kadın özgürlük hareketinin yükseldiği bir konjonktürde yeni dinamikler ve devrimci olanaklar yaratmaktadır. Ayrıca kadın özgürlük hareketinin emek hareketiyle dolaysız ve bir yoldaşlık temelinde rezonans kurması ve iki hareketin karşılıklı birbirini beslemesi ve şekillenmesi açısından önemli dinamiktir. Bütün bunların yanında sınıfa yönelik açık ve yıkıcı bir saldırı sürecini varlığında ve yüreğinde ve ilk olarak hisseden kadın işçiler, geleneksel değer yargılarını yıkarak ve farklı kuşatılmışlarını kırarak; kararlılık, istikrar, sabır ve öfkeleriyle işçi hareketinde yeni militan bir ruhun cisimleşmiş hali olarak dikkat çekmektedir.
Mücadeleci sendikalar
Üretim tekniklerinde yaşanan değişim post- fordist uygulamalar olarak değerlendirebileceğimiz gelişmelerin önünü açtı. Esnek üretim ve birikim rejimi olarak devreye sokulan ve kendi içinde bir dizi modelle geliştirilen post- fordist uygulamalar, bilgi ve iletişim teknolojisinin üretim sürecinde etkin kullanmasını beraberinde getirdi. Esnek uzmanlaşma ya da esnek üretim rejimi diye de tanımlanan post- fordizm, kendini somut olarak sistematik güvencesizleştirme, farklı ve derin esneklik modelleri, atipik çalışmalar, eğrelti işler, fason üretim, taşeronlaştırma ve enformelleşme şeklinde gösterdi. Maksimum sömürü, maksimum kar stratejiyle hayata geçirilen post- fordist pratikler sınıfının hızla organik birliği parçalayıcı sonuçlar yarattı. Sınıfın atomize ve amorfe oluşu yanında sınıf içi hiyerarşi, farklı segment ve fraksiyonların doğuşunu beraberinde getirdi. Bu yeni kompozisyon ya da şekillenmeler, dizilimler sosyalist hareket içinde “sınıftan kaçışı”, devrimci özne olarak sınıfın tarihsel rolünü yitirdiği yönünde açık ve örtük tanımlamalara yol açtı.
Bugün küresel ve Türkiye çapında sınıfın farklı segment ve fraksiyonların örgütlenme arayışı ve direnişleri aslında sınıfın yeniden şekillenme ve toplumsal maddi güç olarak varlığını yeniden inşa etme süreci olarak değerlendirebilir.
Kısa bir dönem önce inşa olan farklı sektörlerde örgütlenen 11 sendikanın oluşturduğu Mücadeleci/Gerçek Sendikalar örgütlenmesi böylesi bir çabadır. Yapı, 1 Mayıs ve “Hakkımı Ver” kampanyaları ve sistematik sınıf ve sendikal eğitimleriyle dikkat çekiyor ve bürokratik, işbirlikçi sendikacılığa karşı bir çekim merkezi olarak şekilleniyor. Ve sınıfın bağımsız birleşik gücünü yaratmaya çalışıyor. Benzer arayışı Umut- Sen’in bir bütün olarak faaliyetleri için de söyleyebiliriz. Ayrıca İnşaat -İş ve bir dizi farklı bağımsız sendikanın arayışları ve faaliyetleri son derece önemli deneyimlerdir Aynı şekilde Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası sokakta ve fiili örgütlenme ve mücadelesiyle öne çıkmış yeni bir sınıf segmentidir. Sendika kendi sektöründe örgütlenme ve mücadele olarak hızla gelişme kaydediyor. Mücadeleci sendikal yapı olarak bir arayış ve duruşu ifade ediyor.
Ortak direniş ağı kurmak
Sınıf mücadelesinin yeni bir momentine giriyoruz. Aktüel olarak yaygın işçi eylemleri ve direnişleri gerçekleşiyor ve bu eylemlerin 2025 yılında artacağı ve sertleşeceği ortadır.
Özellikle direnişler arasında bir koordinasyonun inşa edilmesi ve Kropotkin’in söylediği manada işbirliğinin (dayanışma ve karşılıklı yardımlaşmanın) sağlanması ve bu koordinasyonun bir meclis-işçi konseyi (dar manada ve tanım için kullanıyoruz) şeklinde üst örgütlenme olarak şekillenmesi son derece önemlidir. Sınıfın, böylesi bağımsız birleşik gücünü kristalize edecek örgütlenme pratiklerine ihtiyacı var. Bu oluşumlar sınıfın sermayeye karşı doğrudan inisiyatifi ve doğrudan tarafını işaretler.
Kavganın ve mücadelenin içinden çıkan bir örgütlenme olması ayrıca önemlidir. Sınıf bu adımlarla özgüven kazanır, muktedir olma duygusu yaşar. Sermaye ve sermaye düzenine karşı kendi cephesini görür.
Bugün, sınıf mücadelesinin somutluğu havza, kent, bölge hatta ülke düzeyinde işçi direnişlerinin bir üst örgütlenmede koordine olmasının nesnel zeminlerini yaratmıştır. İradeleri ortaklaştırmak, diyalog kurmak, tartışmak, farklı defansif duruşları kırmak ve pratik adım atmak başlangıç açısından son derece önemli olacaktır. Burada sınıfın ve direnişlerin işçi önderlerine, sınıf içinde çalışan sınıf devrimcilerine iş düşmektedir. Sınıfa, sınıfın yalnız olmadığı her düzeyde göstermemiz gerekir.
Aslında bütün bu çabalar, çok daha kapsamlı ve sınıfın kolektif aksiyon yeteneğini açığa çıkaran bir sınıf/emek odağını yaratma ihtiyacına yanıt üretme, biriktirme adımları da olarak ele alınabilir.
Evet içine girdiğimiz moment, sınıf açısından son derece ciddi risklerle dolu. Sınıfın işsizler dahil, tüm fraksiyon ve segmentlerinin birleşik mücadele ve örgütlenme gücünü yaratmak giderek acilleşiyor. Sınıfın kolektif karşı duruşunu ifade edecek, kolektif aksiyon yeteneğini açığa çıkaracak bir Sınıf/Emek Odağı yaratmayı önümüze koymalıyız.
Bahsettiğimiz şeyin bir sendikal odak olmadığı özellikle vurgulanmalıdır. İçinde mücadeleci sendikaların bir bölük olarak yer alabileceği ama sınıfın bütün kesimlerinin örgütlenmesini ve devrimci enerjisini açığa çıkarmayı hedefleyen çok daha kapsamlı bir sınıf odağının inşasından bahsediyoruz (Önümüzdeki makalede Total Örgütlenme ve Sınıf Odağı diye tanımladığım bu örgütlenmeyi detaylı olarak ele alacağım).
Bu yöndeki çabaların teorik manada; sınıfın hem çalışma alanında, hem de toplumsal alandaki ilişkilerini ve etkisini gösteren yapısal kapasitesini, sınıfın kolektif davranabilme, organik birliğini sağlama, amorfe ve atomize oluşunu aşmayı hedefleyen örgütsel kapasitesini ve sınıfın sözünü, eylemliliğini, toplumsal gücünü sermayeye göstermesi ve farkı emekçi sınıflar ve anti- kapitalist alanlar üzerindeki sosyal anafor etkisini açığa çıkarması için hegemonik kapasitesini geliştireceği ve güçlendireceği bilinmelidir.
Bugün Marx’ın 1848 Haziran Ayaklanması ve işçi sınıfının yaşadığı ağır yenilgisi sonrası söylediği manada; işçi sınıfı çıplak bir yalnızlık içinde…
Proleter devrimcilik varlığını sınıfla kurduğu ontolojik ilişki üzerinden inşa eder. Sınıfın yalnız bir sınıf olmadığını pratiğimizle, varlığımızı sınıfla özdeşleştirerek ve yüksek entelektüel çabamızla sınıfa göstermeliyiz. Manamız burada ve mana burada saklı…