Ortadoğu’da yürütülen savaşı konuşurken dincilik, sömürgecilik, cinsiyetçilik, milliyetçilik, ekolojik yıkım, hafızasızlaştırma meselesini birlikte değerlendirmek zorundayızdır. Üstelik yaşananlar bir bölgenin insanlarını da etkilemez, ‘sınırın’ öte yanlarında olduğu zannedilen örneğin Suriye’de yaşanan bir savaş ya da İran’da gerçekleşen bir özgürlük hareketi bizim bugün sınıf mücadelesini, halk hareketlerini ve kadın devrimini konuşmamıza neden olur
Aycan Diril
“Bedenimiz, biziz; bedenler iktidarın ve kimliğin haritalarıdır.”
Bu yazıyı yazmaya başladıktan sonra Bolu Kartalkaya’da çıkan otel yangınında 78 insanın hayatını kaybettiğini öğrendim. Sosyal medya “ucuz ölümler ülkesi” paylaşımları ile doluydu. Yas da eşlik ediyordu bu paylaşımlara ama daha ziyade öfke. Tam da yazının eksenini yaşanmaya değer hayatların hangileri olduğuna ilişkin ilişkisel bir inşa süreci oluşturacakken bu vesile ile ölümün de yaşam politikaları gibi değeri biçilmiş bir politik süreç olduğu ile yeniden karşılaştım.
Yine dünyanın birçok yerinde ve Ortadoğu’da milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik ve sömürgecilikle kuşanmış savaşlar… Bu savaşların emperyalizmin, sömürgeciliğin, paylaşım hamlelerinin bir sonucu olduğu hakkında etik bir yaşam, barış ve adalet yaratımı mücadelesi yürütenler tarafından esaslı analizler yapılıyor elbette. Bununla birlikte kapitalizmin, neo-liberal politikaların, savaşların, bu denli doğa-kültür yıkımı yaratıyor olması adalet, barış, eşitlik, onurlu yaşam gibi taleplerin de daha çok yükselmesine neden oluyor. Haliyle nasıl bir yaşam, barış ve adalet sorusu ile bu kırımcı politikaların nedenine ve nasılına dair çokça konuşmayı gerektirse de ben, yangın haberinden önce düşündüğüm ve yangında ölümüne sebep olunanların da bir parçası olduğu, biyo ve nekro politikaların temelini oluşturan ilişkisellikten biraz bahsetmek istiyorum.
Michel Foucault’dan her fırsatta alıntıladığım bir tarifle; iktidar tüm toplumsal ilişkilere sızmış, ağ biçiminde işleyen ve bizi özneleştirmek suretiyle sisteme dahil eden bir mekânizma olarak yürür. Bunu salt yasa, yasak, hukuk, ordu, kolluk gibi aygıtlarla değil, aile, eğitim, sağlık, bilim, felsefe gibi bizim de üretiminde özneler olarak yer aldığımız bilgi ve iktidar alanları ile yapar. Tüm bu iktidar aygıtları ekonomi, ekoloji, beden, ulus, inançlar, cinsiyet, cinsellik gibi alanlara işleyerek kendini ortaya koyar. Tarihsel olarak inşa edilmiş bedenli varlıklarımızın bu dinamikler aracılığıyla yaşam ve ölüm politikaları güdülerek oluşturulduğunu iliklerimize kadar hissederiz. İnşa, öte yandan fail olarak direnen, itiraz eden, farklılaşan, yerel ve özgün özgürlük pratikleri ile de gerçekleşir. Yani her toplumsal kriz üzerine ataerkil kapitalist modernitenin bir inşa süreci olduğuna ilişkin vurgu yaptığımız gibi, her özgürlük pratiği, kimlikler ve hakikat konusunda da bir inşa sürecine vurgu yaparız.
Bu inşanın oluşturduğu kimlikler ve öznelliklerin de iktidar dinamiklerinin de incelikli, çok katmanlı ve ilişkisel bir yanı var. Dikkat çekmeye çalıştığım şey ilişkiselliği temel almanın iktidarın ideolojik aygıtlarına karşı çoklu konumlar üzerinden özgürlük pratiklerini yaratmanın önünü açabilecek olması.
O nedenle Ortadoğu’da yürütülen “kökten yok etmeye” dayalı kırım politikaları ile kadın cinayetlerini, hayvan katliamları ile soykırımlara yönelik hafızasızlaştırma politikalarını, rant elde etmeye yönelmiş kapitalist sömürü pratikleri ile sınıfların, varlıkların yaşanmaya değer görülmeyen hayatlarını ortadan kaldırmaya yönelik pratiklerinde de bir bağlantıyı aramak/görmek gerekir.
Mesela Ortadoğu’da yürütülen savaşı konuşurken dincilik, sömürgecilik, cinsiyetçilik, milliyetçilik, ekolojik yıkım, hafızasızlaştırma, ekonomi, sınıf meselesini birlikte değerlendirmek zorundayızdır. Üstelik yaşananlar belli bir bölgenin belli insanlarını da etkilemez, “sınırın” öte yanlarında olduğu zannedilen örneğin Suriye’de yaşanan bir savaş ya da İran’da gerçekleşen bir özgürlük hareketi bizim bugün sınıf mücadelesini, halk hareketlerini ve kadın devrimini konuşmamıza/eylememize neden olur.
Haliyle makrokozmos olarak evrenin fiziksel, kimyasal, düşünsel, toplumsal, tarihsel bütünlüğü içinde anlaşılması gereken ilişkisellik meselesi güncel politik durumda da benzer etkileyen ve etkilenen değişkenlerin farkında olunmasını gerektirir. Demek istediğim;
Bu savaşlar doğanın sömürülmesine yöneldiğinde insan merkeze alınır. İnsanın kendini merkeze aldığı neredeyse her türlü hümanist yaklaşım insan olmayan varoluşları sömürmenin zemini olmuştur. Biz bunu ağaçların kesilmesi, derelerin yok edilmesi, hayvan katliamı yasası olarak bilinen ve uygulamasına çoktan başlanmış kökten yok etmeye dayalı faşizan yaklaşımda görürüz.
Öte yandan doğanın karşısında konumlanan insan da belli türden bir insandır. Batılı, beyaz, erkek, sağlam; ırksallaştırılmış, cinselleştirilmiş, doğallaştırılmış bir insandır. Yani insanın doğa “karşısında” yürüttüğü savaş yalnızca insan olmayanlara dair savaş pratiklerini değil, insan dışılaştırılmış, ötekileştirilmiş, düşmanlaştırılmış, tarihin ve sistemin dışına itilmişlerin de sömürüsünü içerir. Bu insanlar ise yaşanmaya değer olmayan hayatlar, yası tutulamaz, tehlike arz eden “insan(lık)tan çıkarılmış olan” insanlardır. Dolayısıyla söz konusu insanken de kimin hayatı, hangi öznellikler, yaşanmaya değer hayatlar hangi insanları kapsar diye düşünüldüğünde kadınlar, Kürtler, Ermeniler, Aleviler, renkli ırklar, translar değildir kastedilen. Yaşanmaya değer olmayan hayatların insan dışılaştırılıp düşmanlaştırılması ve bunun cinsiyetçilik, milliyetçilik ve dincilik ile yapılması kadınların, LGBTİ+’ların, işçilerin, Kürtlerin, Ermenilerin, hayvanların, ağaçların, nehirlerin ve daha nice ötekileştirilmiş oluşların kırımdan geçirilmesine ve sömürülmesine temel teşkil eder.
Haliyle sistemli, çoklu, incelikli bir şebeke halinde ötekileştirip düşmanlaştıran ve eş zamanlı olarak mekânda üretilen kırım politikalarına karşı da ilişkisellik içinden konumlar olarak mücadele yürütmek gerekir.
Örneğin hayvan katliamlarına karşı sesin ve sözün daha çok üretildiğini görmek umut vericidir. Bununla birlikte insan merkezciliğe dayanan bu katliamcı, kırımcı anlayışın karşısında yine insan merkezcilikle iç içe ve yine insanların daha iyi bir çevrede yaşaması için mücadele eden bazı “çevre ve hayvan hakları” savunusuyla yola çıkılmasının eksik kalacağını söylemek zorundayım. Doğa-insan ayrımını esas alan her türlü mücadele empatik bir duygusal tepkiden öteye geçemeyecek, sömürünün bu çoklu biçimlerine dair söz kurmaktan imtina edecektir. Duyarlılık geliştirmesi adına “bugün köpeklere yapılan, yarın çocuklara ve bizlere yapılır” gibi ifade edilen tepki bu ortaklaşmış sömürü biçimlerini görmez. Çünkü zaten ataerkil kapitalist sistem bir sıra gözetmeden tüm bileşenlere denetim ve gözetim politikalarını aktif bir biçimde binlerce yıldır uygulamaktadır. Dolayısıyla evren içinde birlikte yaşamın imkânlarını arayan doğallaştırılmış (hayvanlar, ağaçlar, dereler gibi) insan olmayan varoluşlar için yürütülen mücadele ile, yaşanmaya değer görülmeyen ırksallaştırılmış (Kürt, Ermeni, siyahi gibi) ve cinselleştirilmiş (Kadın, LGBTİ+ gibi) hayatların varlık mücadelesi ile sömürgeleştirilmiş sınıfların mücadelesi farklılıkları ile birlikte bu kesişimselliği esas alan etik ve politik bir sorumluluk üstlenmelidir.
Çeşitli konumlardan yürütülen bu ortak mücadele tarihinin bir “an”ında, özgürlüğün, adaletin, barışın yaratılmasının imkânını açar. İmkânı yaratan; krizlerin bünyesinde direnişi ve özgürlük pratiklerini de barındırdığını görmenin yarattığı umuttur. Umudu örgütlemenin politik sorumluluğunu da farklılaşmaya devam eden kolektif özgür özneler inşa etme tahayyülüne sahip insan olan ve olmayan oluşlar üstlenir. Belki de özgürlük pratikleri için evrendeki bu ilişkiselliği görmenin, tarihin ve toplumsalın bu ilişkisellik içinde inşa edildiğini ve itirazın da yine bu birbirine dolanık ve farklılaşan konumlardan, bu ilişkiselliği gören bir yerden yükselmesi gerektiğini fark etmenin vaktidir.