İktidar sorunların çözümünü konuşmamakta görüyor. Yirmi yıl önce Erdoğan Kürt sorunu için ‘düşünmezsen yoktur’ demişti
Herdem Fırat
Meclis açılışında Bahçeli’nin neden Dem Parti sıralarına gidip onlarla tokalaştığı sorulunca ‘iç barışı sağlamak için’ diye cevap vermişti. İlk tokalaşmanın üzerinden nerdeyse dört ay geçti. Bu dört ay içinde az çok iç barışın nasıl sağlanacağı da anlaşılmış oluyor. İç barıştan kasıt “İç cepheyi tahkim etmek”miş. Tahkim etmenin sözlük anlamı ‘kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak, güçlendirmek’ olarak geçiyor. Buradaki ‘’kuvvetlendirmek’’ fiziki olarak güçlendirmek anlamında kullanılıyor. Yani iç cepheyi tahkim etmek derken güç kullanma anlamında sağlamlaştırma olarak anlaşılmalı. Görünen o ki ‘hukuk’, iç cepheyi tahkim etmenin zemini olarak kullanılacak. Ulus-devletin en çok kendini meşrulaştırdığı alan hukuk oluyor. Hitler bile kendi yönetimini hukuk zeminine dayandırıyordu. Hukuk kapitalist sistemin dolayısıyla ulus devletin şeriatıdır. Nasıl ki dinde şeriat için kestiği parmak acımaz deniliyorsa ulus devlet için hukukun verdiği karar sorgulanmaz, sorgulanmamalıdır.
Tahkim etmek ve barışı sağlamak, iki zıt kavram olmasına rağmen, sanki aynı şeymiş gibi lanse ediliyor. İç cepheyi tahkim ederek iç barış sağlanamaz. Barış ancak ortaklaşarak var olan çatışmalı durumlara nihai olarak son vererek gerçekleşebilir. Oysa tahkim etmek ancak bastırarak, ehvenişerde buluşarak sağlanabilecek bir durumdur. Son gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla aslında mesele iç barışı sağlamak değil, iç cepheyi hizaya getirmektir. Tokalaşma için uzatılan el barış eli değil, pamuk eldiven içindeki demir yumruktur.
İlk tokalaşmanın gerçekleştiği günden bugüne on belediyeye kayyım atandı, onlarca gazeteci cezaevine konuldu, her gün yeni soruşturma ve gözaltı haberleriyle uyanıyoruz. Ahmet Şık cemaatin polisleri tarafından gözaltına alındığında ‘Dokunan yanar’ diyordu. O zamanın meşhur savcısı Zekeriya Öz’dü. Güya heykeli dikilecekti ancak şimdi adı en çok arananlar listesinde geçiyor. Bu dönemin savcısı da görünen o ki Akın Gürlek olmuş. Gürlek’in sloganı da ‘Konuşan yanar’ diye belirtilebilir. İktidarın iç barış ve iç cepheyi tahkim etmek ile kastettiği aslında ‘mutlak sessizlik’tir. Yani ben konuşurum, siz dinleyeceksiniz diyor. Konuşanın kapısında anında polis beliriveriyor. Bunun yeni bir konsept olduğu net anlaşılıyor. Akın Gürlek’in iç barışı sağlamak için özel olarak görevlendirildiği anlaşılıyor. Bunun dışında daha kaç kişinin özel olarak görevlendirildiği belli değil. Ama Abdülkadir Selvi’nin de bu özeller arasında olduğu kuşku götürmüyor. Akit yazarı Ali Osman Aydın bu stratejiyi daha dört ay öncesinden şöyle yazmış: “Bu iç cephe çekirdeği dışarıdan gelen baskıya ne kadar mukavemet edebilecek? Akıncı, Kızılelma, KAAN ve savunma sanayiinin diğer tüm çıktılarıyla iftihar ediyoruz. Fakat buraya verilen ehemmiyetin bir benzerini iç cepheyi tahkim etmek için vermenin hayati önemine de inanıyoruz.”
Yazar aynı yazısında şu cümleleri de kuruyor: “Tarih, içinden geçtiğimiz bu günleri objektif bir şekilde kaydeder inşallah. Dünyanın en yoksul insanlarının üzerine, dünyanın en gelişmiş, en kahredici bombalarını atanları biz kalplerimize kazıdık, tarih de yazmalı…” Tabi bunu İsrail için söylüyor. Aynı şeyi mevcut iktidarın Kürtler üzerinde uyguladığını bilmiyormuş gibi yapıyor. Bir cümlesinde gelişmiş teknolojiye lanet okurken diğer cümlesinde geliştirdikleri ölüm teknolojisi ile nasıl iftihar ettiklerini anlatıyor. Aslında yazarın derdi İsrail’e karşı olmak değildir, İsrail gibi olamamaktır. İsrail’in yaptıklarına duyduğu hasettir. İktidar, İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarına imreniyor ve ondan eksik kalmanın hezeyanını yaşıyor. Dış ilişkiler bakanını ve mit müsteşarını bir ülkeden diğer ülkeye gönderiyor. Sanki tüm hakimiyet kendisindeymiş gibi görüntü veriyor. Oysa hem içerde hem de dışarda bu kadar hareketliliğin nedeni kaybettiği hakimiyetten duyduğu endişedir.
İç cephe tahkim edilmeye çalışılırken diğer taraftan dış cepheyi de tahkim etme politikası tam hız devam ediyor. Rojava’ya aylardır saldırı yapılıyor. Dünyanın gözü önünde siviller bombalandı. Daha dün Kobanê’nin Sırrın ilçesinde pazar yeri bombalandı ve onlarca sivil katledildi. Bir gün içinde Başur’da iki ayrı siha saldırısında 5 sivil katledildi. İçeride konuşanları ve yazanları hedef alma stratejisi dışarda ‘destekçileri’ hedef alma stratejisi izliyor. Silahlı olarak sonuç alamayınca sivilleri hedef alıp yalnız bırakma stratejisi izleniyor. Doksanlarda Bakur’da izlenen ‘denizi kurut balıklar ölür’ stratejisi dışarda sivilleri ve altyapıyı hedef alıp yıldırma stratejine dönüşüyor. İktidar sadece içerde değil dışarda da mutlak itaat istiyor.
Mutlak itaat üzerine kurulu hiçbir düzenin uzun süre devam etme gerçekliği yoktur. Devam etse bile huzuru inşa edemez. İktidarın her bakanı onlarca zırhlı araç ve korumaların eşliğinde anca bir kente gidebiliyor. Cumhurbaşkanı gittiği her yerde bir ordu teyakkuza geçiyor. Mutlak sessizlik istediği her anda iktidar yetkilileri her an başka bir sesin yükselmesinden korktukları duyguyla yaşıyorlar. İktidara yapışma istediği arttıkça iktidardan inme-indirilme korkusu da artıyor. Mutlak sessizlik kendi içinde mutlak korkuyu da besliyor. Görünen o ki iktidar bütün enerjisini ne kadar muktedir olduğunu göstermeye harcıyor. Olmayan bir şeyi varmış gibi göstermenin çabası içindedir.
İktidarın mutlak sessizlik politikası muhalefet cephesinde henüz yeterince anlaşılmış değil. Yapılan operasyonların her birine bir izahat getirme uğraşısında. İç cephenin tahkim edilmesinde devlete zeval gelmemesi adına kendileri sessizlik moduna geçiyorlar. Önceki yazımda CHP’nin en çok eleştirdiği ‘işçinin ve emekçinin hakkının gasp edilmesi’ meselesinde esas sorumluluğun CHP’de olduğunu belirtmiştim. Mutlak sessizleştirme politikasının uygulanmasında da esas sorumlu CHP’nin kendisidir. Kürt gazeteciler tutuklanırken sessiz kalıp sonrasında ‘bilinen, ünlü’ gazeteciler niye gözaltına alınıyor diyemezsiniz. Bunun bir karşılığı olmaz. Demokrasi ve özgürlüklerden yana durmak yerine faşist ve ırkçı birinin peşine düşerseniz topluma vereceğiniz bir şey olamaz. Eskinin klişelerini tekrar ederek bu iktidar ile mücadele edilemez. AKP-MHP iktidarının en temel stratejisi gerçeği tersyüz ederek, bulanık bir ortam oluşturup onun bu bulanıklık içinde politika üretmektir. Mutlak sessizlik stratejisinde bile bunu yapıyor. Devletin istihbarat imkanlarıyla elde ettiği bilgileri toplayıp grupları, partileri, farklı kesimleri birbiri ile nasıl karşı karşıya getireceğini hesaplayıp pratiğe geçiriyor. Bunu boşa çıkarmanın yolu şeffaf olmak ve gerçekleri dosdoğru savunmaktır. CHP halen kendi iç tartışmalarını bitirmiş değil. İktidar CHP içinde nasıl tartışmaların döndüğünü kimin kim hakkında ne düşündüğünü iyi biliyor. Her seferinde birine dokunarak diğerlerinin sessiz kalmasını sağlıyor. Karşımızda muhalefetin zaafları üzerinden politika üreten bir iktidar var. Eğer gerçekten başarılı olunmak isteniyorsa muhalefetin önce kendi içinde, farklı defterleri olmadan aleni bir mücadele hattı oluşturması gerekir. Dünya mücadele tarihi yeterince deneyim de sunuyor.
Yüzyıllık cumhuriyet tarihi gerçeği örtbas etme çabasıyla geçti. AKP iktidarı döneminde de Türkiye’de klişe haline gelen ne kadar söz varsa, hepsinin tersi gerçekleşti. “Yurtta sulh, cihanda sulh” deyip Libya, Suriye, Irak, Sudan’a kadar her yerde savaşa dahil oldu, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” deyip vekilleri zindana attı, üçüncü sefer halkın seçtiği belediye eş başkanlarının yerine kayyum atadı, “Adalet mülkün temelidir” deyip mülkü adaletin temeli yaptı. En son Bolu’daki yangın faciasında insan canının, mülk hırsının nasıl adaletin temeli haline getirildiğine şahit olduk.
İktidar sorunların çözümünü konuşmamakta görüyor. Yirmi yıl önce Erdoğan Kürt sorunu için ‘düşünmezsen yoktur’ demişti. Şimdi ise ‘konuşmazsan yoktur’ noktasına gelmiş durumda. Günün koşulları bu durumun devam etmesi için elverişli değil. Suriye örneği önümüzde duruyor. Bu kadar kırılgan bir ekonomi ile kısmi bir devamlılık sağlanabilir ama sorunları daha da derinleştirir. İktidar güç zehirlemesi yaşıyor. İç barışı sağlamanın yolu iç cepheyi tahkim etmekten değil, çözüm ve diyalog kanalları açmaktan geçiyor. Mutlak sessizlikten değil özgürce konuşmaktan geçiyor.