Tarih, uç noktalar arasında sıkışmış insan hikâyeleriyle doludur. “Ya hep ya hiç” diyenler, çoğu zaman gerçekliğin akışkan doğasını kavrayamazlar. Oysa hayat, ne tamamen devrimdir ne de yalnızca barıştır. İnsanlık, uç noktaların keskin köşelerinde parçalanarak değil, onların arasındaki yolları keşfederek ilerler. Abdullah Öcalan’ın düşünce dünyasını anlamak da tam burada başlar: Ne katı bir savaş doktrini ne de saf bir pasifizm… Öcalan, bu iki uç arasında devrimci bir aklı, özgürlüğü yaşamsallaştıran bir iradeyi ve en önemlisi tarihsel uzlaşmanın stratejik önemini vurgular.
Öcalan’a göre iktidar, tarih boyunca değişen, dönüşen, maskeler takan bir olgudur. Onun karşısına yalnızca Hz. İsa’nın barışçıl öğretisiyle çıkmak, yani salt bir pasifizm içinde erimek, köklü değişimleri olanaksız kılar. Ama aynı şekilde, sadece savaşarak kazanılacak bir özgürlük hayali de, iktidarın devasa çarkları arasında ezilmeye mahkûm edilme olasılığını taşıyabilir. İşte bu noktada, Öcalan’ın çizdiği yol, savaş ve barışın tam ortasında, akıl ve sezginin rehberliğinde filizlenen bir özgürlük anlayışıdır.
Direniş, isyan ve inşa… Bunlar, Öcalan’ın düşüncesinde devrimcinin yalnızca dönemsel hamleleri değil, hayatının temel taşlarıdır. Özgürlük, yalnızca bir eylem değil, bir yaşam biçimidir. O, bir felsefe, bir bilinç hali, her nefeste var edilmesi gereken bir iradedir. Bu noktada Öcalan’ın vurguladığı en kritik mesele, yalnızca neye karşı olunduğu değil, neyin nasıl inşa edileceğidir. Çünkü yıkmak kolaydır, asıl mesele yeni ve yaşanabilir bir dünya kurmaktır.
Öcalan’ın uzlaşma anlayışı da tam burada devreye girer. Burada uzlaşma, teslimiyetle eş tutulmamalıdır. Aksine, devrimci aklın stratejisidir. Eğer uzlaşma, özgürlükçü kimliği eritip yok eden bir ödünse, bu bir kayıptır. Ama eğer uzlaşma, zamanın ve mekânın ruhuna uygunsa kazandırıcı bir hamledir. Çünkü büyük zaferler, yalnızca kılıçla değil, bazen bir adım geri çekilip doğru anda ileri atılarak da kazanılır.
Özgürlüğün kaderi, onu savunanların dirayetiyle belirlenir. Öcalan’ın vurguladığı gibi, eğer kimliğimizin özü demokratik bir uygarlık ise, onun varlığını koruyabilmek için uzlaşmaya da kapılar açabiliriz. Fakat bu uzlaşma, asla devletli uygarlık içinde erime anlamına gelmemelidir. Çünkü bir akarsuyun denize karışıp tuzlu suya dönüşmesi gibi, özgürlük de egemen sistemin içinde kaybolursa, kendisini yok eder.
Öcalan’ın özgürlük anlayışı, suyun doğasına benzer: Kaynağından doğup engelleri aşarak akar. Önüne çıkan kayalara çarpıp yön değiştirse de, hiçbir zaman özünü kaybetmez. İşte bu yüzden Öcalan’ın düşüncesinde uzlaşmak, özgürlüğü yaşarken gerektiğinde yolunu değiştirmek, ama asla sistemin içinde eriyip kaybolmamak anlamına gelir.
Bütün mesele, yürüdüğümüz yolun nereye çıktığını bilmektir. Özgürlüğü savunurken, onun hangi zeminde ve hangi taktiklerle sürdürülebileceğini kavramaktır. Kimi zaman radikal bir direniş, kimi zaman zekice bir geri çekiliş, kimi zamansa masada yapılan hamleler… Tüm bunlar, Öcalan’ın stratejik düşüncesinde önemli yer tutar.
Bir yapıyı güçlü kılan, duvarlarının sertliği değil, temelinin sağlamlığıdır. Öcalan özgürlük bilincini güçlü bir temel üzerine oturttuğu için ne rüzgârlar onu yıkabilir ne de dalgalar sürükleyebilir. Yani temel hem sağlam hem sarsılmazdır.
O hâlde, önümüzde iki seçenek yoktur: Ne yalnızca devrim, ne yalnızca barış… Öcalan’ın gösterdiği yol, devrimi barış içinde, barışı devrim ruhuyla yaşatmaktır. Çünkü tarih, yalnızca savaşanların ya da yalnızca boyun eğenlerin değil, doğru zamanda doğru hamleyi yapanların adını yazar.
Sonuç olarak, Öcalan’ı anlamak demek, özgürlüğü savunurken onu yaşanabilir ve sürdürülebilir bir değer hâline getirmek demektir. Direnişi bir yaşam biçimi hâline getirerek, ne teslimiyetin ne de kör bir savaşın tuzağına düşmeden, uzlaşmayı akıllıca ve bilinçli bir şekilde ele almak gerekir. Ama bunu yaparken en önemli şiar şu olmalıdır: Özgürlük uzlaşabilir, fakat asla teslim olmaz.