İnsan, makinenin efendisi olmaktan çoktan çıktı. Artık onun devamı, onun uzantısı. Bugün ‘zeki makineler’ yaratmıyoruz, ‘otomatikleşmiş insanlar’ üretiyoruz
Berat Çiftkuran
Bir çağın ruhunu en iyi, o çağın yarattığı putlar anlatır. Sanayi çağı, buhar makineleri ve dev çarkların peşinden gitti. Modern çağ, elektriğe ve iletişim ağlarına taptı. Peki, şimdi? Şimdi artık ne çark ne elektrik; şimdi, kodlar, algoritmalar ve soğuk veri akışlarıyla yoğrulmuş bir gerçekliğin içindeyiz. İnsan, tarih boyunca kendi sınırlarını aşmaya çalıştı ama farkında olmadan yalnızca yeni duvarlar ördü.
Bugün, bilgi ekonominin merkezine yerleşmiş durumda. Ama bu bilgi, artık anlam üretmiyor. O, yalnızca depolanıyor, işleniyor, dağıtılıyor—ama özü boşaltılmış bir şekilde. Artık bir şeyleri bilmek, onları anlamakla aynı anlama gelmiyor. Bilgi, içerikten koparıldı. Veri tabanları şiştikçe düşünce fakirleşti. Yapay zekâ, “yaratıcı” metinler ürettikçe insanlar düşünmeyi unuttu. Neo-Taylorcu düzen, insan beynini bir işlemciye, ruhunu bir veri paketine çevirdi.
İnsan, makinenin efendisi olmaktan çoktan çıktı. Artık onun devamı, onun uzantısı. Bugün “zeki makineler” yaratmıyoruz, “otomatikleşmiş insanlar” üretiyoruz.
Claude Shannon’un bilgi teorisi, 1940’ların sonunda bilgi ile anlam arasındaki son bağı koparmaya yeltendiğinde, modern çağın kutsal kitabını yazmış oldu. “Bilgi,” artık yalnızca aktarılabilir, depolanabilir ve niceliksel olarak ölçülebilir bir nesne haline geldi. İçeriğinden bağımsız bir veri akışı… Ne söylendiğinin önemi yoktu, yalnızca ne kadar hızlı ve ne kadar çok aktarıldığı önemliydi.
Bugün, bilgi devriminin zirvesindeyiz. Ama ironik bir şekilde, hiç bu kadar cahil olmadık. Çünkü artık bilgi, yalnızca bir meta. Onun değeri, içeriğiyle değil, piyasa değeriyle ölçülüyor. Anlam üretmek yerine, algoritmaların en çok ilgi çekeceğini hesapladığı enformasyon yığınları üretiyoruz. Post-yapısalcılığın da “katkısıyla” düşünce, içeriğinden koparıldı. Anlam, bir illüzyon haline geldi. İnsan, Batı düşüncesinin “varlık unutkanlığı” dediği en uç noktaya ulaştı.
Artık bir dünya algımız yok, yalnızca ekranlarımızın sunduğu bir veri akışı var. “Gerçeklik,” X’te en çok konuşulan konulara göre belirleniyor. Algoritmalar neyin “önemli” olduğunu söylüyor, biz de ona inanıyoruz. Bu, yalnızca bir bilgi krizinin değil, bir “varoluş krizinin” de işareti.
Alan Turing, 1950’de “Makineler düşünebilir mi?” sorusunu sorduğunda asıl mesele, makinelerin ne kadar akıllı olabileceği değildi. Esas mesele, insanın ne kadar makineleşebileceğiydi. Turing’in öngörüsü tuttu. Bugün, makineler insan gibi konuşabiliyor, insan gibi yazabiliyor, insan gibi karar alabiliyor. Ama daha da kötüsü, insanlar makine gibi yaşıyor.
Çalışma düzenleri, neo-Taylorcu bir disiplinle optimize edildi. İşçilerin yerini makineler almadı, insanlar makineleşti. Bedenler hâlâ biyolojik ama düşünceler artık kodlanmış. Bürokratik süreçler, modern algoritmaların mantığıyla tasarlanıyor: Her şey daha verimli, daha sistematik, daha hesaplı. Ama hiçbir şey “daha anlamlı” değil.
Bugün dünya, bir veri merkezine dönüştü. Kimin neyi, nasıl düşündüğü bile tahmin edilebilir hale geldi. İnsanlık, yapay zekaya “duygu” kazandırmaya çalışırken, kendi duygularını algoritmalara teslim etti. Sanal eşleşmelerden, sanal medya etkileşimlerine kadar her şey istatistiksel modellere göre belirleniyor. Artık kimse kendi hisleriyle hareket etmiyor, çünkü hisler de ticarileşti.
Bruce Mazlish henüz 1967’de “İnsan kendisi ile makinalar arasındaki mesafeyi tarihe gömmenin eşiğine gelmiştir… Artık hiçbir insanı makinasız düşünemeyiz. Daha da önemlisi, bu değişim sanayileşmiş bir dünyayı uyumlu bir şekilde kabul edişimiz açısından vazgeçilmez bir önem taşımaktadır” diyordu. Bugün ise; hiçbir insanı, algoritmalardan bağımsız düşünemeyiz.
Teknoloji, boşlukları doldurmak için yaratılır. Modern dünya, “düşüncesizliğini” teknolojiyle kapatmaya çalışıyor. “Global iletişim devrimi” dedikleri şey, yalnızca insanları izole eden bir panoptikondan ibaret. Hiçbir çağda insanlar bu kadar yalnız olmadı, hiçbir çağda insan ilişkileri bu kadar yüzeysel olmadı. Ama ironik bir şekilde, hiçbir çağda “bağlantıda” olduğumuz yanılsaması bu kadar güçlü olmadı.
Yapay zekâ, düşünmeyi üzerimizden alıyor. Otomasyon, üretmeyi gereksiz kılıyor. Sosyal medya, hissetmeyi basitleştiriyor. İnsan, tarihte ilk kez, tamamen edilgen bir varlığa dönüşüyor. Ve bu, kapitalizmin ölümcül evrimi: Tüketici değil, tüketilen bir insan.
2000’li yıllara doğru yaşamın her alanında, sıkça adından söz ettirip; sinema, felsefe, akademi, yazım vs. başta olmak üzere büyük bir pazara dönüşen “simülasyon” sorunsalı artık canlılığın varlığını ucube bir şekilde sorgulatır bir düzeye erişmiş durumdadır. İşte bu noktada, “çözüm/ne yapmalı?” sorusu hiç olmadığı kadar kaçınılmaz hale geliyor. Bir de sorulması gereken asıl soru şu: Ne kaldı? Eğer insan, tam anlamıyla makineleşmişse, hâlâ “çözüm” üretmek mümkün mü? Eğer dünya, tamamen matematikleştirilmiş bir illüzyona dönüşmüşse, gerçekliğe geri dönmenin bir yolu var mı?
Teknoloji, insanı özgürleştirecekti, ama onu tutsak etti. Bilgi, insanı aydınlatacaktı, ama onu körleştirdi. Şimdi, sistemin sunduğu çözümlerden kaçınarak, alternatif düşünme biçimlerine yönelme zamanı. Bu istenç bir anti-teknoloji çağrısı değil. Bu, karabasanlarının görünmez olduğu teknoloji tahakkümünü alaşağı etme istencidir.
Dünya ve onun düşüncesinin, tamamen matematikleştirilip “anlamsız” hale getirilen bir düzeye eriştiği (akla hemen Levi-Strauss ve Chomsky geliyor) ve bilgisayarlara duygu hatta bizzat yaşam yetisinin atfedildiği bu çağda, sayı, dil, yazı vs. kökenleri de dahil olmak üzere, bu yolculuğun başlangıcına -kaybedilişin yerine- yeniden göz atılması gerekmektedir. Doğayı, dolayısıyla tahakküm; kontrol kıskacını benimsemiş insanı kurtaracak şey belki de böyle bir araştırmada saklıdır.