“Çağrı öncesinde durum neydi, çağrı sonrasında ne oldu” diyerek bir yazı yazmıştım. Ama durumun evvelki günden sonra böyle olacağını sanırım kimse tahmin bile edemedi. Bir sayfalık çağrı büyük bir başlangıçtı ama, artık sadece başlangıç olmaktan çıktı. Çağrı Ortadoğu’da, yani Üçüncü Dünya Savaşı’nın merkezinde değişim ve dönüşüm sürecine yol açtı. Her şey olup bitmedi ama, olanlar oldu.
Neler oldu?
Saflarında selefi unsurlarla dolu bir HTŞ ile Rojava ve Dürziler arasında dünyayı hayrete düşüren anlaşmalar yapıldı. Alevi Araplara karşı bir takım çetecilerin katliamları sürerken, “Suriye çapında ateşkes ilanı” ile iç savaş başladı başlıyor denilen bir anda, Suriye’de iç savaş ihtimali iyice geriledi.
Bu bir şey değil.
Rojava ile Dürzi hareketi arasında böyle şaşırtıcı bir anlaşmanın yapılmasıyla, Lazkiye’deki Alevi Arap halkının da önü açıldı. Az sonra tahmin edilebilir ki, Şam hükümetiyle Alevi Araplar arasında da benzer bir anlaşma ufukta göründü. Sünni Arapların çoğunlukta olduğu Suriye’de, bana kalırsa Rojava’daki tüm halklar da, Dürziler de ikinci büyük nüfus olan Alevi Araplara vargüçleriyle sahip çıkacaktır. Ve Lazkiye’de, Tartus’ta Alevi Araplar en az diğerleri kadar örgütlü bir güce dönüşecektir.
“Artık Suriye dikiş tutmaz, en az dört parçaya bölünür” tahminleri havalarda uçuşurken, Suriye’nin BAAS rejimindeki zora dayanan “toprak bütünlüğü”, belki de tarihinde ilk defa Suriye nüfusunun tümünü kaplayan gönüllü bir toprak bütünlüğüne dönüşmenin eşiğine geldi.
Bu da bir şey değil.
Suriye, kuzeyden Türk ordularının, güneyden İsrail ordularının hareketiyle “işgal” edilme reel tehdidinden kurtulmanın en büyük adımını attı. Böyle bir gönüllü birlik sürecinde, niyeti bozuk olanların Suriye’ye askeri müdahale yapması için ellerinde inandırıcı hiçbir bahane kalmadı.
Evet, bunlar olanların hepsi değil. Üstelik bu iki anlaşmanın şu anda hiçbir kesin güvencesi yok. Eğer küresel ve bölgesel devletler Ortadoğu’da barış istemiyorsa, her iki anlaşmayı bir anda yürürlükten kaldıracak çok büyük imkanlara sahip. Ama düne göre bu imkanlar daralmış bulunuyor.
Böyle bir gelişme karşısında iktidar medyasının, dolayısı ile iktidarın kendisinin tutumuna gelirsek. “Kazandık” diyorlar. “Rojava teslim oldu” diyorlar. “Biz PYD’ye silah bırak dedik, ellerindeki orduyu Şam ordusuna verdiler” bile diyorlar. Bunları okuyorum ve dinliyorum. Bilin ki, iktidar farkında olsa bile, medyasının dünyadan haberinin olmadığını görüyorum.
Bu anlaşmayla birlikte Rojava Suriye devletiyle “entegrasyona” girdi, devletin meşru bir parçası oldu. Böylece Türk devletinin Şam’la birlikte Rojava’yı haritadan silme yönündeki bütün çabaları artık, anlaşma yürürlükte kaldığı müddet içinde süremez. Türk devleti “Rojava bizi tehdit ediyor” derse, bu, artık Suriye devleti bizi tehdit ediyor gibi inandırıcı olmayan bir iddiaya dönüşür ve düne kadar “Rojava tehdidini” yok edemeyen iktidar, bu defa yok edilmesi çok daha zor olan tüm Suriye’yi karşısına alma gibi kötü bir durumda kalır.
Ama daha önemlisi Türkiye, Suriye topraklarında işgal ettiği ve fiilen ilhak ettiği her yerden çekilmek zorunluğu ile karşı karşıya kaldı. Çekilme uzayabilir, ama artık işgal ve ilhak politikası devam ettirilemez. “Teröre karşı kırk kilometre derinliğinde, Türkiye-Suriye sınırı boyunca güvenlik bölgesi” kurmanın uydurulmuş tüm bahaneleri ortadan kalkacağı için böyledir. Anlaşmada iç savaş boyunca yerinden edilen tüm Suriye vatandaşlarının yerlerine dönmesiyle ilgili madde, Türkiye tarafından göçe zorlanan Kürt halkının işgal edilen şehirlere dönmesine yol açacaktır. Mesela Afrin’de bugüne kadarki durum yüzde doksanlık Kürt nüfus evlerine döndüğünde artık asla devam edemez.
Ve bir de “Rojava ordusu Suriye ordusuna silahlarıyla teslim olacaktır” diye sevinenler öyle gülünç durumdadırlar ki, bu duruma nasıl düştüklerini anlamam imkansızdır. Suriye devlet ordusu nedir? Vaktiyle İsrail’e kafa tutan, Lübnan’ı işgal eden BAAS ordusundan eser bile yoktur. Şam’ı “zapteden” HTŞ ordusuna gelince, bu ordu taş çatlasın onbeş ya da yirmi binlik bir ordudur. Her biri kendi başına buyruk, farklı selefi gruplardan oluşmuştur. Ya Rojava ordusu? Son anlaşma öncesindeki devletin resmi beyanlarına bakarsak, Rojava ordusu Türk devletinin milyonluk NATO ordusu için bile “tehdit” teşkil eden, yüz ya da yüz elli binlik, üstelik, yine iktidarın beyanlarına göre ABD silahlarıyla donanmış bir ordudur. Irak’ın ve Suriye’nin yarısını bir zamanlar işgal eden devasa DAİŞ ordularını, şimdiyle kıyasla bir avuç YPG güçlerinin perişan ettiğini de hatırlayalım. Bu çıkarma, toplama işlemine bakarsak, kim kimin ordusuna katılmış olacaktır? Bu soruyu kendilerine sorsalar, iktidarın medyası, bırakalım sevinmeyi matem havasına bürünmüş olmalıdır.
Evet, biliyorum. Bu gelişme kalıcı, istikrarlı bir sonuç olmaktan henüz uzaktır. Ancak şu anda durum tastamam böyledir.
Yazıyı bitirirken anlaşmada petrol bölgeleriyle, gümrük kapılarıyla ve askeri güçlerle ilgili maddede geçen “entegrasyon” terimini de ele alalım. “Entegrasyon” iki farklı yapının birbirine “uyumlu” hale gelmesi demektir. Mesela vidayla somunu birbirine entegre yani uyumlu hale getirmezseniz, vida somuna uymaz. İkisi de işi yaramaz. Ama işe yarar haline geldiğinde ne vida somun haline gelir, ne de somun vida haline. Ya da Alman devletinin Türk göçmenlerle ilgili “entegrasyon” politikası, gizli asimilasyon amacını bir yana bırakır, terimin resmi anlamına bakarsak, entegre olduklarında Türkler Alman olmayacak, Almanlarla, Alman devletiyle ve yaşam tarzıyla “uyumlu” hale gelecektir. Buradan hareket edersek, Rojava’nın Suriye devletiyle “entegrasyonu”, bu anlaşmaya kadar birbiriyle “uyumsuz”, hatta karşıt iki politik-askeri-toplumsal-kültürel ve ekonomik yapının birbiriyle uyumlu, birlikte yaşayabilir hale gelmesi olduğunu kolayca anlarız.
Entegrasyonun nasıl bir idari yapıya dönüşeceği ise, bir yıllık süre içinde tarafların anlaşmasına bağlı kalacaktır.
Bunlar beklenmedik gelişmeler değil mi? Bence öyle. Ve Başkan Apo’nun bir sayfalık çağrısını, birçoğumuz sadece bir “başlangıç” adımı sanırken, bu adım daha şimdiden bir değişim ve dönüşüm sürecine yol açmış bulunuyor. İşte esas ve şaşırtıcı olan budur.
Akla gelen soru şu: Esaret ve tecrit altındaki bu insan, bir de özgür olduğu gün acaba insanlık adına daha neler yapardı?