Barış sürecinin sermaye gruplarınca dört gözle beklenmesi gerçekliğinden hareketle, doğayla barışık bir toplumsal yaşamın inşası, toprak rantının engellenmesi, kültürel ve doğal varlıkların, suların korunması, enerji ve maden gibi yatırımların yapılmaması şart
Melis Tantan
Barış ve demokratik toplum çağrısının tüm toplumsal kesimlerde heyecanla karşılandığı, halklar ve doğa açısından barışa duyulan özlemin ve gereksinimin daha da arttığı bir dönemde, on yılların savaş ortamının getirdiği yıkımların bitebilmesi için koşulların oluşabileceği günlerdeyiz. Aynı zamanda tamda bu nedenle sadece ‘barış’ demenin yetersiz olduğunu tekrar vurgulamamız gereken bir dönemdeyiz.
Barış ama nasıl?
Diplomasinin ve uluslararası siyasetin etkileneceği bağlamın halkların savunusu olagelen bir ’onurlu barış’ tarifi ve talebi olduğunu gerçekliğini tekrar hatırlamalıyız. Onurlu barış, Kürt halkı için, varlığın tanınması, inkar, imha ve asimilasyon politikalarının sona ermesi, statü edinilmesine kadar uzanan bir dizi konuyu ve aşamayı içeriyor. Fakat bu süreçte doğa için de onurlu bir barış istemek, bu onurlu barışın yol ve yöntemini bulmak gerekiyor. Doğa için onurlu bir barış; Kürdistan coğrafyasının yağmalandığı ve talan edildiği, suyunun gasp edildiği, havasının kirletildiği, topraklarının kuraklaştırıldığı gerçekliğinin ne olduğuna bugünden bakmayı içeriyor. Yanısıra bölgeye bir özel savaş taktiği olarak yıllardır yerleştirilmeye çalışılan ‘iktisadi kalkınma’, ‘istihdam’ politikaları yine kültürel bir çözülmeyi içerecek şekilde hayat buldurulmaya çalışılan zenginleşme hayali ve yaygınlaştırılan tüketim kültürüyle de birleşerek var olan yıkımı daha da arttırıyor. Kapitalizm Kürdistan coğrafyasında her alanda sermaye biriktirmeye çalışıyor ve yaşam alanlarına el koyarak bölgeyi yaşanmaz kılıyor.
Güncel tartışmaların zemininde barış talebine ekolojik bakışla katkı sunmamız gereken nokta tam da burası. Yaşadığımız tek bir örneğin dahi bize anlatabileceği çok şey var. Suriye’nin yeniden yapılanması sürecinde yaşananlardan bahsediyorum. Türkiye’nin inşaat sermayesinin Şam’ın yeniden yapılandırılmasında aldığı rol gerçekliği bile (ve elbette diğer sektörler de) barış süreçlerinin devletin desteklediği sermaye güçleri açısından nasıl bir fırsata dönüştüğünü imlemesi açısından çok önemli.
Dört parça Kürt coğrafyası ve kentlerin durumu açısından da barış sürecinin sermaye gruplarınca dört gözle beklenmesi gerçekliğinden hareketle, doğayla barışık bir toplumsal yaşamın inşası, toprak rantının engellenmesi, kültürel ve doğal varlıkların, suların korunması, enerji ve maden gibi yatırımların yapılmaması şart. Yani barış adı altında sermaye odaklarına alan açılmasının yıllardır devam eden ekolojik talanı ve yıkımı daha da derinleştireceğinin bilinmesi gerekiyor. Bunun yerine bugünden enerji kooperatifleri oluşturulması, sermaye ve pazar mekanizmalarından ve aracılardan bağımsız geçimli dayanışmacı ekonomi modellerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Aynı zamanda bölgenin dokusuna, iklime uygun yapılaşma süreçleri onurlu bir barışın olmazsa olmazlarıdır. Bu açıdan; barış kurulmadığı sürece durum, savaşın şu an sürdüğü topraklar açısından bir risk taşıyor.
Rojava’nın ekolojik, kadın özgürlükçü ve demokratik bir paradigmayla kurulmuş olması bu yöndeki riskleri azaltsada, tümüyle yok edebilme gücüne kavuşması bu ekolojik paradigmanın yaygınlaştırılması ve gücünün arttırılmasıyla mümkün olabilir. Bu konuda bu süreç için sorumluluk alacağını söyleyen herkesin kalkınma siyasetine keskin bir reddiye geliştirmesi ve ekolojik dengeleri gözeterek adımlar atması için de sorumluluk alması gerekiyor. Barışın, ütopyalarımıza yakın yaşamlar, kentler kurabilmesine olanak sağlaması, ‘özgür toplum, özgür doğa’ şiarının hayat bulabilmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir, aksi paradigmalarımızın kurabileceği özgür yaşamdan daha da uzaklaşmamıza yol açacak ve işimizi daha da zorlaştıracak. Sorumluluk hepimizin omuzlarındadır.