Her kritik dönemeçte liberallerin Türkiye’deki sol hareket üzerindeki ideolojik hegemonyası bir kez daha açığa çıkar. Bu etki tek başına açık-gizli parlamentarizmle yani sandık-irade özdeşleştirmesiyle sınırlı olmadığı gibi devrimci güçleri bile etkisi altına alabilecek bir derinlik, genişlik ve çeşitliliğe sahiptir.
Liberaller böylesi dönemeçlerde ikili bir rol oynar. Bunlardan birine AKP’nin ilk on yılında tanık olduk. Büyük bir krizin ardından hükümet olan AKP’nin kitleler nazarında demokrasi kahramanı ilan edilmesinde çok önemli bir payları oldu mesela. Bu eğilimin diğer yansıması da AKP şahsında tüm o demokrasi yanılsamalarını yerle yeksan edecek şekilde inşa edilen yeni rejim/devlet biçimi ve bununla doğrudan ilişkili olan katmanlı kriz dinamiklerine karşı gelişecek toplumsal tepki ve öfkeyi sistem sınırları içinde tutmaya çalışmak biçiminde tezahür ediyor.
CHP’nin her pratiğiyle sandığı işaret eden tutumuna solun liberal ideolojiyle zehirlenmiş kesimleri ve bizzat liberal ideologlar başka bir cepheden kan taşımaya çalışıyorlar. Bu kesimler yaygın tabirle “19 Mart Darbesi”nin yarattığı büyük ekonomik yıkımın iktidar açısından ciddi bir krize ebelik edeceğini vazediyorlar. Merkez Bankası’nın piyasalarda yaşanan dalgalanmaları kontrol etmek için bir anda 25 milyar dolar gibi bir meblağı salıvermesinin faturasının çok ağır olacağını söyleyen bu kesimler bundan “kolay kolay bellerini doğrultamazlar” sonucu çıkardı bile.
Aynı filmi seçimler döneminde de izlemiştik. O zaman da krizin yarattığı büyük ekonomik-toplumsal yıkımın iktidarı tepe taklak edeceğini propaganda ediyorlardı. Bu yaklaşıma göre “sıcak paraya bağımlı bu ekonominin çarkı inşa edilen baskıcı rejimle birlikte dönemez hale gelecekti. Çünkü sermaye güvenli limanlar, hukuksal işleyiş ve kurallar ister. Ama bu rejim bunları ortadan kaldırıyor ve parayı kaçırıyor”du. Hatta bunu “boş tencerenin götüremeyeceği iktidar yoktur” şeklinde sloganlaştırdılar. Bu indirgemeci ekonomist mantığın dayanaklarına baktığımız zaman sermayeye yükledikleri ilerici anlamlar mı dersiniz, ekonomiyi siyasetten, toplumsal bütünlük ve dünya-bölge dengelerindeki değişimden ayrıştırmak mı, hepsini bir araya toplayarak kitlelere boca etmişlerdi. Devrimci saflarda bile “bu sefer kesin gidecekler” beklentisi, daha geniş kitlelerdeyse sandığa bağlanan umutlarla rehaveti kışkırtmışlardı.
Şimdi de “dayanamazlar” diyorlar.
Elbette bu bir yanıyla nesnel bir gerçeğe işaret ediyor. Keza daha şimdiden zam üstüne zam bindirmeler başladı. Ücretleri daha fazla baskılamakla devam edeceklerdir. Şimşek programının daha sıkılaştırılmış haliyle yani… Mesele burada bunun kitlelerde kendiliğinden bir kopuş yaratacağı beklentisine bilinçli ya da bilinçsiz kan taşımaktır.
Tarihte defalarca kanıtlanmıştır ki kitleler örgütlü, hedefli bir güce dönüşmedikçe kapitalistler ve siyasi temsilcileri onların öfkesini, yaşadıkları yıkımın yarattığı sistem dışına çıkma eğilimlerini şu ya da bu şekilde kontrol eder.
Bu eğilimler sadece “yıkılacaklar” biçiminde de tezahür etmiyor. Mücadele yöntem ve araçlarını da belirleyerek önemli bir rol oynuyorlar. Bu noktada CHP’nin başını çektiği sandık beklentisini kışkırtmak işin bir yanıyken, diğer yanını da mücadelenin çeşitli araçlarını unutturup birkaç kontrol edilebilir araca hapsedilmeye çalışılmasıdır. Tüketim boykotu karşısındaki tutumlar bu açıdan manidardır.
Tüketim boykotunun temel bir eylem biçimine dönüştürülmesi tutumudur bu. Elbette tüketim boykotu en başta kitlelerin ortak bir hedef temelinde hareket etmeleri, kolektif bir buluşma noktası yakalamaları anlamında kıymetlidir. Fakat, kapitalist üretim döngüsünü düşündüğümüzde burjuvazi ve temsilcilerini sıkıştırmak açısından birçok boyutuyla tartışmalı bir eylem biçimidir.
Tüketim boykotu ve CHP’nin de öncülük ettiği diğer biçimler sistemi sıkıştıracak esas gücün harekete geçmesini perdeleyecek bir işlev görmeye başladığında tehlikelidir. En başta kitlelerde bu eylem biçiminin gücünü aşacak beklentiler yaratarak onları edilgenleştirmeye adaydır.
Yine CHP’nin kitle mobilizasyonunu emmeye aday büyük kentlerde dev mitingler organize etme takvimi de öyledir.
Oysa mesele bunların hepsini kapsayacak, ama aynı zamanda aşacak bir yaklaşımı hak edecek kadar kapsamlıdır. Hayatı durdurma yani grev ve direniş meselesidir! Elbette her dönemeçte “genel grev, genel direniş” demek çok su götürür. Hele hele işçi sınıfının bu denli örgütsüz olduğu, örgütlü kesimlerinin ise mevcut sendikal bürokrasinin kontrolü altında bulunduğu bu koşullarda bunun nesnel karşılığı oldukça zayıftır. Ancak kitlelerin genel anlamda büyük bir politizasyon dalgası yaşadığı böylesi bir dönemde işçi sınıfı içinde grev lafzını daha fazla dillendirmek ve bunun sadece propagandasını yapmak da değil, anlamlı örnekler yaratarak ön ayak olmak tarihsel bir görev ve zorunluluktur.
Keza bu “darbe”nin özünü azami egemenlik ve merkezileşme ihtiyacı temelinde inşa edilen rejimin önündeki CHP sınırlarındaki muhalefeti bile dağıtıp parçalamak oluşturuyor. Azami egemenlik arayışı devletin yasama-yargı güçlerinin yürütme erkinin denetimine alınmasından ibaret değil nitekim. Bu aynı zamanda iktidar blokunun karşısında cılız bile olsa her türlü muhalefeti bölüp parçalamak, ittifak zeminlerini dağıtıp orayı da “yerli ve milli” yani “makbul” hale getirmek anlamına geliyor. İç cepheyi güçlendirmek denilen şeyin önemli bir ayağını bu oluşturuyor. Dünyada ve bölgedeki gelişmelere bakmak bile bunun sermayenin kolektif çıkarları gereği olduğunu anlamaya yeter. Dünyada kurulu dengelerin bozulduğu, bozulurken güçlü bir dirençle karşılaşıldığı, yerine neyin nasıl konulacağının belirsizleştiği, faşizmin daha koyulaşıp artık hiçbir demagojik atraksiyonla perdelenemez bir eğilime dönüştüğü koşullardan geçiyoruz keza.
Rejimin CHP gibi bir düzen ve devlet partisini bile “milli güvenlik tehlikesi” olarak görüp elindeki en güçlü kaleleri, hatta parti yönetimini dahi kayyım saldırısıyla makul muhalefet çizgisine çekme operasyonu gördüğü kitlesel tepki üzerine ilk hamlede istenen sonuçlara ulaşamadı. Ama bu, toplumu yıldırıp korkutarak teslim almayı hedefleyen sınırsız merkezileşme ihtiyacı ve yöneliminin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Tehlike sürüyor. Ve önümüzdeki kesitte hangi biçimlere bürünmüş olarak karşımıza çıkacağı belirsiz fakat yeni denemelerle karşılaşacağımız mutlak. Bu bağlamda adı bile konulmamış, hatta DEM parti eş genel başkanı tarafından bugün “diyalogsuz diyalog süreci” olarak tanımlanan “açılım” sürecinde masanın tıpkı 2015’te olduğu gibi uyduruk bir bahaneyle ortadan kaldırılması da olasılıklardan biri. Sonuç olarak, beklenmedik son isyan dalgasının gösterdiği gibi umutsuzluk ve karamsarlığa kapılmak ne kadar ufuksuz, tarih bilincinden yoksun bir dar görüşlülük anlamına geliyorsa, Leninizm’in “dipten gelen bir dalga olmadığı sürece burjuvazinin üstesinden gelemeyeceği hiçbir kriz yoktur” öğüdünü unutan mekanik etki-tepki hayalleri görmek de o kadar tehlikeli.