PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat günü yaptığı tarihi çağrının hem Ortadoğu genelinde hem de Kürdistan’da etkileri ve sonuçları daha belirgin ortaya çıkmaya başladı. Özellikle bu çağrının en çok sonuç üreteceği saha Suriye sahası olmaya başladı.
8 Aralık günü Esad rejimi düştü. HTŞ Şam’ı ele geçirdi. Ancak uluslararası hukuk açısından HTŞ, Suriye devletini temsil etmemektedir. Dolaysıyla Suriye’de ciddi bir boşluk oluşmuştur. Bu boşluğun bir yanı uluslararası hukuka göre HTŞ’nın temsil gücünün olmayışı olsa da, asıl olarak HTŞ’nin ne askeri ne de toplumsal dayanakları temsile yetmemektedir. Bu da iki nedenden ötürü Suriye’de çok yönlü boşlukların doğmasının yolunu açmaktadır. Diğer bir yan ise HTŞ’nin BM (Birleşmiş Milletler) terör listesinde yer almasıdır. Bu da ayrı bir durum olmaktadır.
Nitekim, ABD’nin HTŞ’yi Suriye’nin temsilcisi olarak görmediğini belirtmesi bu donelere dayanıyor. Bu hal diğer devletler için de geçerlidir. Ancak boşluktan ötürü fiilen temsilcisiymiş gibi kısmen kabul görmektedir. Bu durum bile tek başına belirsizliklerin, boşlukların ne kadar fazla olduğunu gösteriyor. Suriye’nin geleceği ne olacak, nasıl yeni bir yapılanma ortaya çıkacak? Temel esaslarıyla netleştiği söylenemez. Yine bölgede daha değişik ve çok sayıda siyasal boşluklar, yeni güç ilişki ve bağlaşıkların oluşma ihtimali açığa çıkmıştır.
İşte, Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat Çağrısı bölgenin bu konjonktürüne yapılan çağrıdır. Çağrı, Ortadoğu güç dengelerinde, çözüm ve çatışma seçenekleri içinde Özgürlük Hareketinin politik manevralar kabiliyetini güçlendirmiş ve etkin kılmıştır. Bu yönüyle de tarihseldir. Aynı zamanda Ortadoğu’da çatışma ve savaş dışına doğru yön kazandırarak, bölgedeki toplumsal sorunların çözüm zeminini ve seçeneklerini yine Ortadoğu gerçeği içerisinde çoğaltmıştır. Ve savaş ikileminden çıkmayı zorlamaktır.
Buradan baktığımızda 27 Şubat çağrısının tarihsel rolünün açığa çıktığını ve derinleşerek ilerleyeceğini söylemek gerçekçidir. Ancak şunun altını çizmek gerek; başta Kürt toplumsal yurtseverliği olmak üzere pratikte gelişmeye yön vermesi gereken örgütsel yapıların, esas görevleri üzerinde yoğunlaşma ve çalışma yerine; daha çok İmralı Heyeti’yle AKP ve MHP yetkililer ile kurulan temaslara bakması, acaba ne olacak gibi sorulara cevap bulma arayışı öne çıkmaktadır. Yine heyette yer alan üyelerin bazen apolitik açıklamaları olabilmektedir. Örneğin “barış bir kucaklaşmayla olur” veya “haziran ayının sonuna kadar her şey hal olacak” türü açıklamalar ortamı bulandırabilmekte, rehavete sürükleyebilmekte, boş hayaller yaratabilmekte, yanlış yönlendirmelere veya moral bozukluklularına vesile olabilmektedir.
Şunu belirtmekte fayda vardır. Devlet yetkililerinin verdiği sözleri, vaatler gibi önermeleri doğruymuş gibi yansıtmak, önemli sorunlara yol açma tehlikesi taşır. Devletler çoğu zaman altına imza attıkları belgelere bile uymayabilirler. İmzasına bile sahip çıkmazken ortamda söylenmiş sözlerin hiçbir bağlayıcılığı olmayacağından, doğruymuş gibi yansıtılması yanlıştır. Bu, ileride telafisini zorlayıcı sonuçlar yaratır. Bu konulara ilişkin çok hassas olmak lazım. Sürece ilişkin devletin henüz somut, görülebilir bir adım atmadığı sabittir. Çünkü adım atsa bunun yasal ve anayasal değişikliklerinin yapılması gerekir. Bununda mecliste yapılacağı ortadadır. Başta umut hakkı olmak üzere meclise sunulmuş bir yasa bulunmamaktadır. Meclise yasa sunulsa bile yasallaşmadığı müddetçe kesinmiş gibi bakılamaz. Kaldı ki bu memlekette AYM’nın vermiş olduğu kararlara bile uyulmazken, ortama söylenmiş sözlere nasıl güven duyulabilir, doğru diye yansıtılabilir?
Dolaysıyla heyetin kurduğu temaslarda mealen söylenmiş sözleri veya algılarını doğruymuş gibi yansıtması veya kamuoyunca doğruymuş gibi algılanmasına yol açacak açıklamaları yapmaktan kaçınmak yerinde olabilir. Yine yasası çıkmamış, pratik uygulaması yapılmayan gelişmelere itibar etmemek doğru olandır. Özellikle de Kürt kamuoyunun bunlara çok anlam yüklememesi daha doğru olabilir.
27 Şubat ile yeni bir dönem açıldı. Özellikle Kürtlerin konjonktürel fırsatlardan daha fazla yararlanabilecekleri bir döneme girildi. Gelişmelerin de böyle olduğunu görülüyor. Fakat asıl önemli olan, egemen elitin, manipüle etme, zamana yayarak etkisizleştirme, güçsüzleşen pozisyonunu tekrar güce çevirme ve tasfiyeye yönelebileceği gerçeğini belirtmek gerekir. Rehavete kapılmadan, başta gençler olmak üzere, Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat çağırısını iyi anlamak lazım. Örgütlen ve örgütle çağrısı, önce bireye kendini örgütleyeceksin diye anlaşılmalıdır. Örgütlenmek, ideolojikleşmeyi yaşamsal kılmak ve özgürlük lehine pozisyon almaktır. Bu tarz kendini örgütleyen birey, çevresini ve toplumunu örgütler. Bunun için emek verir. Emeksiz hiçbir şey olmaz. Fedakârlık yapmak, ter dökmek, yorulmak lazım.
Sanal medyada tuşlara basarak özgürlük gerçekleşmez. Sadece geçici duygusal bir rahatlama verebilir. 50 yıllık mücadele pratiği ve ortaya çıkarılan özgürlük değerleri, emekle, fedakarlıkla çalışarak, gerektiğinde ev ev, kişi kişi örgütleyerek gerçekleşti.
Örgütleme ikna temelinde gerçekleşir ve bedel gerektirir. Kemal Pir, “gerektiğinde 3 saat, gerektiğinde 300 saat konuşarak ikna ettim” der. Kemal Pir’in bu sözü çok temel bir ölçüdür. Başarmak özünde iknadır. Önce birey kendisini başaracağına ikna etmelidir. Bu olmadan başkası ikna edilemez. Örgütlenme böyle gerçekleşir. Aslında sosyalist olmanın da özünde emek ve özveri gerektirir. O halde rehavete kapılmadan, özgürlüğü başkasından beklemeden ve çağrının yarattığı pozitif etkiyle kendini örgütlemek için kendini ikna etmek gerekir. Daha sonra sıra ev ev, sokak sokak, mahalle mahalle toplumu özgürlüğe ikna etmek kolaylaşır. Özgürleşmenin ilk adımı da Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğünden geçmektedir.