Kürtlerin ve diğer sömürülen halkların hikâyesi, yerelden evrensele uzanan bir hakikate tekabül ediyor. Kürtler yerli-otokton bir halk olduğu için hala birçok riske, yerliliğin refleksleriyle karşı koyuyor. Kürt yurtseverliği (welatparezi) her ne kadar modern ulusal kimlik mücadelelerinin rüzgârıyla pekişmiş olsa da asıl kaynağını yerlilikten alıyor. Yurtseverlik yerel değerlerle iç içe yükseldi.
Kürt yerliliği, modern ulus kimliğini büyük bir ustalıkla kendi doğasına uyarlamayı başardı. Bunu kimi zaman hemşehricilik, kimi zaman gerici formlarla karıştıran ucuz yaklaşımlar olsa da Kürt yerliliği hala sosyolojik ve politik lenslerle anlaşılmayı ve çözümlenmeyi bekliyor. Bugünkü Kürt hakikati, kaynağını yerliliğin politikleşme ve halklaşma serüveninden alıyor.
Eylül darbesinin öncesinde yerelliği evrensel ile buluşturan Kürt öznelerin kahiri ekseriyeti üniversite öğrencileriydi. Öğrenciler dönemin sol tezlerini modern ulus tezleriyle harmanlayarak Kürt hakikatine uyarladılar. Yıllarca Kürt köylüsüne sınıf mücadelelerini, ezilen ulusların kimlik mücadelelerini ve sömürge karşıtı halk mücadelelerini anlattılar. Yerliler ise yeni teoriyi kendi öz bilinçleriyle karşılamıştı. Hızlı ve zorunlu kentleşmeye rağmen Kürt yerliliği hala Kürt hareketinin sırtını rahatlıkla dayadığı en sağlam zeminlerin başında gelmektedir.
Yerli halk çocuklarından biriydi Mehmet. Üniversiteli Kürt gençlerinden etkilenerek Eylül darbesinin öncesinde kimlik mücadelesiyle tanışmış ve bedelini diğer köylü arkadaşlarıyla birlikte 5 nolu Amed zindanının işkence tezgahlarından geçerek ödemişti. Dörtler işkenceyi protesto edip bedenlerini ateşe verdiğinde o oradaydı. Kendi köylüsüydü Ferhat.
Değeri hala pek anlaşılmayan 78 kuşağı Kürt halkı açısından doksanları hazırlayan bir kuşaktır. 78’leri anlamayan doksanları anlayamaz; ikisini anlayamayan Kürtlerin hakikatini bilemez. Mehmet 78 kuşağındandı.
Yaşadığımız coğrafyanın insanları tüm gövdeleriyle hikâyeyi taşıdılar. Başın çektiği, ayakların bastığı, ellerin dokunduğu, gözlerin gördüğü, kulakların duyduğu hakikat parça parça olsa da bir bütünün hikâyesini taşır. Her organ kendince biraz daha öne çıkmıştır. Mehmet’in elleri kendi hikâyesinin hem kahramanı hem tutsağı.
Bir el ne yapabilir diyemeyiz. Bir el kötülüğe karşı koyabilir, zulme dur diyebilir, cinayetleri durdurabilir. Eller insanın duruşunu belirler. İş ortadayken, zulüm apaçık yapılıyorken eller cepte olamaz. Mehmet 78 kuşağıyla birlikte Kürt halkının emeği, kimliği ve geleceği üzerindeki egemenin karanlık eline karşı el yükseltmişti.
Doksanlar, Kürt köylüsünün güpegündüz işkencelere maruz kaldığı; ağrının, acının yanı sıra insan haysiyetinin yerlerde süründüğü yıllardı. Köylüler fiziki işkence, infaz ve kayıpların dışında bir de eşleri, anne-babaları ve çocuklarının gözleri önünde aşağılanıyor, haysiyetleriyle oynanıyordu. Meğer Diyarbakır zindanı bir provaymış. Doksanlarda her Kürt köyü adeta birer yarı açık Diyarbakır zindanına dönüştürüldü. Kürt köylülerine yapılan kırsal işkencelerin tarihi henüz bilinmiyor.
Mehmet’in elinin üç hikâyesi var. Eller Amed zindan vahşetinden geçmişti. Daha sonra doksanlarda köyün ortasında olası bir çatışmaya karşı evinin camlarını indirmiş, sinirler kopmuş ve bunu gören halk ayaklanmıştı. Sinirlerin kopuşu ve cam kırıkları canlı kalkan görevi görmüştü. Şayet o gün köyün ortasında herhangi bir çatışma yaşansaydı muhtemelen onlarca insan orada infaz edilirdi. Asla unutamayacağımız o günde asalet ile adaletin iç içeliğini öğrenmiştik Mehmet’in bilincinden.
Mardin’in Xurs köyleri birçok Kürt köyü gibi sayısız baskın, çatışma ve işkencelerden sonra boşaltıldı. İnsanlar kentlerin yoksul gettolarında yaşamak zorunda bırakıldılar. Birçok yaşlı kent hayatına alışamadı. Köydeki bahçesine gidiyormuş gibi doğal bir şekilde yürürken araçların altında kalarak can verdiler.
Cezaevleri, kır işkenceleri ve köy boşaltmalarından sonra şehirlerin nemli rutubetli mekanlarında yabancılaşmayla içe içe devreye sokulan yoksulluk eşliğinde insanın düşüşü ve kişiliksizleştirilmesi hesaplanmıştı. Bir taraftan insanlar aç kalacak, diğer taraftan itibarsızlaşacak ve her şeylerini kaybedecekti. Hesap haysiyetin, kimliğin ve insanın aynı anda ayaklar altına alınması üzerineydi.
Mehmet de göç sonrası talihsiz bir trafik kazasında eşini ve sevdiği insanları kaybetti. Kazadan sağ çıksa da elinden, kolundan yıllarca kopan ve sıkışan sinirlerin ağrısıyla yaşadı. Ne zaman onu görsek elleri buz gibiydi; ellerim çok ağrıyor diyordu.
Üç gün önce, baharın kışa döndüğü buz gibi bir Nisan gecesinde sessizce ayrıldı aramızdan. Onu Nisan’ın soğuğunda toprağa verdik. Sessizlik çok şey anlatıyordu. Köylülerin gözüyle, devrimcilerin perspektifiyle, şehirlilerin yabancılaşan soğuk dünyasından bakarak onu annesinin merhametine, yanı başında yatan halk çocuklarının sıcaklığına emanet ettik.
Nisan ayının gereksiz soğuklarının ortasında, sessizlik, yoksulluk ve ağrılarla geçen bir hikâyenin hüznü aynı zamanda bir mirasın dokunuşlarını yeniden hatırlatmıştı. Yaşamın her alanında sıkmamız gereken, ısıtmamız gereken eller vardı. Isıtamaz mıydık, ağrısını alamaz mıydık bu ellerin? Bu soruyla boğuşurken köyden ayrıldım.