8 Mart’ta bu köşede yayımlanan yazının başlığı “Mücadele Baharı” idi ve bu yazıda, Öcalan’ın barışa çağrısı ile toplumsal mücadelelerin önünü tıkayan savaş ortamının ortadan kalkma umudunun güçlenmesinin, baharın mücadele ateşini de harlayacağı beklentimizi paylaşmıştık. Baharın ilk iki ayı geride kalırken toplumsal mücadelelerin beklentimizin ötesine geçtiğini söyleyebiliriz. Her bahar olduğu gibi bu bahar da önce 8 Mart’ta sokaklar kadınların talepleriyle çınladı, ardından barış umudunun coşkusu Newroz alanlarına yansıdı.
Öngörülerimizin ötesine geçen ise hükümetin 19 Mart operasyonu sonrasında -başta gençler olmak üzere- toplumun çeşitli kesimlerinin boykotlara, mitinglere katılarak hukuksuzluğa, adaletsizliğe karşı tepkisini göstermesi oldu. Son olarak Yozgat’ta CHP’nin düzenlediği mitingde çiftçiler, traktörleriyle uzun konvoylar oluşturarak, hazırladıkları dövizlerle ve sloganlarla adaletsizliğe, yanı sıra hükümetin tarım politikalarına karşı seslerini yükseltti. Bir çiftçinin miting otobüsünün üzerinden -Erdoğan’ın “turpun büyüğü” sözüne atıfta bulunarak- “Turp ile şalgam ile devlet idare edilmez, adalet ile hukuk ile idare edilir!” sözleriyle seslenişi, Türkiye siyasi tarihine kolay unutulmayacak derinlikte kazındı. Bu sözler, çeşitli zamanlarda “Köylünün oyuyla benim oyum bir mi?” diyenlerin küçümseyici ifadelerine maruz kalan köylülerin, çiftçilerin sahip olduğu politik bilinci ve kurulan cümledeki feraseti göstermesi bakımından da son derece önemliydi!
Kadınlar, Kürtler, Aleviler ve çevre savunucuları yıllardır toplumsal mücadelelerin en önemli aktörleri oldu Türkiye’de. Onlara şimdi üniversite ve lise öğrencileri ile çiftçi ve köylülerin de katılmasıyla, toplumsal mücadelenin eksik iki ayağı daha tamamlandı. Ancak kapitalist düzende toplumun en örgütlü, en dinamik olması beklenen kesimini oluşturan emekçiler ise yükselen mücadele sürecinin hala dışında duruyor.
Oysa kapitalist sistemde hukuksuzluğun, baskının, sömürünün en şiddetli yaşandığı alan emek sürecidir ve emeği ile geçinenler buna razı olmadıkları için burjuvazinin karşısındaki sınıfı yani işçi sınıfını oluşturmuşlardır. Burjuvazi dışında kalan halk kesimlerinin bugüne kadar sahip olduğu hakların hemen tümü işçi sınıfının mücadeleleriyle elde edilmiş ve onun mücadele gücü ölçüsünde korunabilmiştir. Dolayısıyla hak, hukuk arayışı ve diğer toplumsal sorunların müsebbibi olan kapitalist sisteme karşı yürütülecek mücadelelerin işçi sınıfı olmadan ve onun üretimden gelen gücü kullanılmadan başarıya ulaşması mümkün değildir.
Kaldı ki bugün toplumsal hareketlenmenin nedeni olan hukuksuzluklardan, baskıdan, şiddetten en fazla etkilenen, açlık sınırının altında ücrete, güvencesizliğe, iş cinayetlerine maruz bırakılan kesimi işçi sınıfıdır. Türkiye işçi sınıfının siyasi iktidar ve sermaye tarafından -tarihinde hiç olmadığı kadar- yok sayıldığı, ezildiği, sömürüldüğü bu dönemde sendikalar sessizliğe bürünmüştür. Emekçiler içinde birtakım kıpırdanmalar olsa da bunlar daha çok işyeri düzeyinde yaşanan haksızlıklara karşı gerçekleştirilen eylemlerle sınırlıdır. Az sayıdaki mücadeleci sendikanın örgütlediği bu eylemler son derece kıymetli olsa da yeterince etkili olamamaktadır.
Son yıllarda sendikaların gerçekleştirdiği tek kitlesel eylem, KESK’in geçtiğimiz 30 Kasım’da “Geçinemiyoruz, Yoksulluğa Karşı Mücadelede Birleşiyoruz!” sloganıyla yaptığı mitingdir. İşçi konfederasyonlarının bu süreçte dişe dokunur hiçbir eylemi ve etkinliği olmadığı gibi, toplumun hemen her kesiminin katıldığı 19 Mart sonrasındaki toplumsal hareketlilikte yer almamak için adeta özel bir çaba göstermektedirler. Öyle ki üniversiteliler, liseliler, çiftçiler ve onların desteğini arkasına alan CHP, hemen her gün siyasi iktidarın yasaklarını aşarken, her yıl 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda olmak için ısrar eden -başta DİSK olmak üzere- işçi örgütleri, bu yıl Taksim’den bile vazgeçmişlerdir.
Türkiye’de müesses nizamı temsil eden, devlet partisi olarak bilinen CHP’nin dahi -kendinden beklenmeyecek ölçüde- toplumsal harekete dinamizm getirecek hamleler yaptığı bir dönemde toplumsal mücadelenin dinamosu olması gereken sendikaların biçareliği son derece hazindir!
İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a giderken toplumsal mücadelenin en önünde olması gereken işçi sınıfı, sistemin aparatı haline dönüşen sendikalar yüzünden mücadelenin en gerisine düşmüştür. Dilerim, toplumun hiç beklenmeyen kesimlerinde bile ortaya çıkan mücadele dinamizmi işçi sınıfına da sirayet eder ve işçi sınıfı, mevcut sendikal yapıları da aşarak yeniden toplumsal mücadelelerin dinamosu haline gelir.
Bijî Yek Gulan!
Yaşasın 1 Mayıs!