Onun hikâyesi, ‘Başaramadık’ diyenlerin değil, ‘Yeniden deneriz’ diyenlerin hikâyesidir. Çünkü biliriz, Sırrı Süreyya gibi insanlar, en uzun gecelerde bile sabaha inanmayı bırakmazlar
Tayip Temel
Bazı insanlar vardır; zamanın dili onlara yetmez. Kelimelerin sınırına dayanır, bazen susarak anlatırlar asıl derdini. Sırrı Süreyya Önder, işte o suskunluğun da şairi olan biridir. Ne tam bir politikacı, ne yalnızca bir şair, ne sadece bir hikâye anlatıcısı… O, hepsinin yaralı bir birleşimidir.
Hayatının her anında memleketin çalkantılı hikâyesiyle el sıkıştı. Metris’te geçen yılları, mahpus damlarında yazılan mektupları, içinden kan sızan kahkahaları… Onun mizahı, bir başkaldırının en hüzünlü perdesidir. Gülümseyerek acı anlatmak; işte onun en iyi bildiği dildir. Çünkü o, “acı”yı salt bir kelime olarak değil, ciğerinin tam ortasında hissetmiş biridir.
Şiirlerinde, filmlerinde ve meydanlarda kurduğu cümlelerde, hep kaybolmuş bir memleketin izini sürer. Bir yere ait olmakla, her yerden kovulmak, bazen her şeye meydan okumak arasında gidip gelen bir ruh taşır içinde. Bu yüzden, onun sözleri ne tam öfkelidir ne de sadece umutla yüklüdür; ikisinin arasında salınan, güçlü bir denge hâlidir.
Sırrı Süreyya’nın yürüdüğü yollar, tozlu ve taşlıdır. Çoğu zaman da yalnız. Çünkü hakikati söylemenin bedeli, her devirde yalnızlıktır. Ama o, yalnızlığı da bir yoldaş gibi taşır omzunda. Her kahkahasının dibinde bir sessizlik, her cümlesinin ucunda bir burukluk saklıdır.
Belki hiç dert etmeden yürüdü barış hedefine ama bu büyük söz ustasını hep sözcüklerle incittiler barışa düşman olanlar.
Sırrı Süreyya Önder, bu toprakların en inatçı hayallerinden biridir. Yaşadığı her acıya rağmen umudunu saklayan, her darbede daha da derinleşen bir yürek taşıdı içinde. Küller içinden, yeni bir sabahın inancını büyüten insanlardandı o; ne zaman yere düşse, kalkarken elinde bir demet sözcük, bir avuç tebessüm olurdu.
Hayatı boyunca savaşın değil, barışın tarafında yürüdü. Sözünü hiç esirgemedi; ama en çok da barışa olan inancını esirgemedi. Karanlık günlerde, herkesin sığındığı sessizliğe inat, o sesini yükseltti. Silahların susacağı, çocukların kahkaha atacağı bir ülke için ömründen yıllar verdi.
Ve en zor olana yöneldi, oradan barış ihtimaline tutundu. Önder Öcalan’ın sesinde bir çağrı işitti: Barışın sesi… Ona güvenmek, sadece bir lidere değil, bu toprakların barış umuduna güvenmekti.
Sırrı Süreyya, o güvenin taşıyıcısı oldu. Zindandan yükselen o ince sesi, meydanlara, salonlara, sokaklara taşıdı. Her cümlesinde, “Bir gün mutlaka” diyen bir inat vardı.
Öcalan’la kurduğu diyalog, sadece bir siyasi hamle değildi; bir inançtı. İnsana, değişime, barışa olan inanç…
O, sadece bir arabulucu değil, barışın yoldaşıydı. İki halkın birbirine kavuşacağı o büyük günü, sanki avuçlarının içinde saklıyormuş gibi taşıdı. Her adımında, bir adım daha yaklaştı o hayaline.
Sırrı Süreyya, acıyı mizaha, kaygıyı şiire, korkuyu umuda dönüştürmeyi bildi.
Çünkü inandı: Nehirler durmaz, güneş batmaz, barış umudu yok olmaz. Ve bazen, bir insanın taşıdığı umut, koskoca bir ülkenin kaderini değiştirmeye yeter.
Onun hikâyesi, “Başaramadık” diyenlerin değil, “Yeniden deneriz” diyenlerin hikâyesidir. Çünkü biliriz, Sırrı Süreyya gibi insanlar, en uzun gecelerde bile sabaha inanmayı bırakmazlar. Ve sabah olunca güneş işte o inananlar için doğar.
Onun hikâyesi, yalnızca onun değil; bu toprakların bitmeyen yarasının hikâyesidir. Belki de en çok bu yüzden, Sırrı Süreyya Önder’in adını anarken, insanın içine hafif bir rüzgâr eser: Hem serinleten hem de üşüten bir rüzgâr.
Sırrı Süreyya, barışın sözünü ve şarkısını söylemeye devam edecek; çünkü iyileşecek olan kalbi yaralı zamanları da şifaya çağıracak.