Gazetemiz Yeni Yaşam’ın ‘genç’ yazarı M. Ender Öndeş ile yeni romanı ‘Son Defile’yi konuştuk:
Kitapta bir tek yerde, kurgu olmayan, daha doğrusu tam kurgu olmayan iki karakter var. Demiryolcu Ömer benim en büyük rahmetli abim, eşi de Sultan Yengemdir. Ve evet, cunta zamanlarında evlerinde insanları saklamışlardır, sandal hikâyesi de doğrudur
Ahmet Güneş
Her şeyin bir zamanı vardır ya da sırası. Hayat bazen öyle şeyler getirir insanın başına. Unutmak ve hatırlamak arasında gidip gelirken, bir şeyler kendini her şeyin dışında tutar ve başkalarına sızar. Hayat böyle olunca yazı da geri kalmıyor.
Kuşkusuz 1980 asker darbesi hakkında çokça şey yazıldı ve yazılmaya devam ediyor. Belki de alınan, hapsedilen ve kaybedilen her bir hayata karşı bir söz kurmak gerekiyor. Milyonlarca insanı etkilemiş ve halen de etkileri süren bir askeri darbe bu. Vahşet ile dehşeti yan yana getiren, direniş ile mücadeleyi hedef alan bir dönem. Yaşayanlar elbette bu konuda daha çok şey bilir. Biz de yaşayandan dinleyelim istedik. Gazetemiz Yeni Yaşam’ın ‘genç’ yazarı M. Ender Öndeş ile Dipnot Yayınları’ndan çıkan yeni romanı ‘Son Defile’yi ve başka şeyleri konuştuk.
- Öncelikle roman için tebrikler. Bir hesaplaşma romanı okudum diyebilirim. Bu hesaplaşmayı açabilir misin?
Evet, öyle denebilir. Katmanlı bir hesaplaşma üstelik. Belki okuyucu, sonu itibarıyla bunun ‘gecikmiş bir intikam’ hikâyesi olduğunu düşünebilir ama aslında intikam değil o. İntikamsa da bildiğimiz anlamıyla değil. Sebo’nun derdi kendisiyle, kendi kusurlu hayatıyla ilgili. İsrafil’inki de öyle, Muhittin’inki de. Yani Sebo’nun Mısırçarşısı’nın kenarında kapattığı defter aslında kendi defteri. Kimsenin intikamını almıyor, kendi utancına kurşun sıkıyor sonuçta. Üçü de ağır bir travmanın içinden geçip geliyorlar ve üçü de yaşadıkları şeyin en asıl mağdurunu, Nilüfer’i yok sayarak, yaşamlarının o bölümünü silmeye çalışarak içinden sıyrılmaya çabalıyorlar.
Açıkçası, bu zor bir roman oldu. Okurun tartışmasına da çok açık bir hikâye. Biri hikâyeyi delik deşik ederse hiç üzülmem, böyle bir hikâye çünkü. Ben bile yazarken zaman zaman öykünün karakterleriyle kavga ettim, dümdüz küfrettim hatta. Sen de yazdığın için bilirsin, insan yarattığı karakterlerle mesafeyi koruyamıyor bazen. Önceki romanda Feride’yle işim daha kolaydı. Feride, delirip delirip akıllandıkça aksiyon yürüyor, beni de sürüklüyordu peşinden. Hafiften bir âşık bile oldum Feride’ye ben. Ama bu kitapta öyle olmadı. Bir yandan karakterler iyi tanıdığım bir kuşağın insanlarıydı, haksızlık edip onları da incitmek istemedim ama bir yandan da yaptıklarına öfke duydum. Garip bir şey. Annem eskiden film seyrederken ağlardı filan ve ben ona “Anne bunlar artist, film icabı öyle yapıyorlar” diye ikna etmeye çalışırdım, anneme benzedim ben de. Roman roman olmaktan çıktı, canımı acıtan bir şeye dönüştü. Yatağın demirlerine tutunup çarşafları tırmalayarak ölmemeye çalışan Nilüfer’in dehşet verici yalnızlığında kalakaldım ben.
- Aslında bir aile ve devlet sorgusu da var romanda. Baba-oğul çatışması neredeyse devlet ile yüzleşmek kadar yoğun bir yer tutmuş.
İki farklı yerde iki değişik sorgulama var kitapta. ‘Yarbay’ın kızı’ Nilüfer’inki başka bir şey. 60’ler, 70’lerde polis ya da asker çocuklarının devrimciliği daha sık görülen bir durumdu. Hatta hatırlarım, TİKKO’nun sağlam elemanlarından Cemil Oka’nın babası bildiğin generaldi. 1977’de Okmeydanı’nda yaralıyken infaz edildiğinde Kürt illerinde Sıkıyönetim Komutanlığı da yapmış olan babası Nazif Oka, cemseyle cenazesini alıp bir utancı gömer gibi gömmüştü oğlunu. Zor bir hayat o insanlar için ve zorluğundan ötürü de kıymetli bir hayat. Düşünsene, kışla kokan bir evden devrimciliğe geçiş nasıl bir enerji ve nasıl bir ahlaki sıçrama gerektiriyor?
Nusret ise daha basit bir karakter. Devrimci babanın yanlışlarından zuhur etmiş ‘hayırsız’ bir evlat, acayip bir şey. Annem de annem dese de aslında öyle ciddi bir yarası yok; tipik günümüz veletlerinden biri. Babası o haldeyken ev arsa peşine düşebiliyor. Selda başka biri ama. Aileden erkenden kopmuşluğun avantajını yaşıyor doğal olarak. Evet, dediğin gibi aile ve devlet sorgusu iç içe geçiyor her iki durumda da. Ama zaten en iyi durumlarda bile hepimiz yaşarız onu; ben bile şu anda kendi evladım son olup biten eylemlerden ‘az zarar görsün’ isterim ve evet, devlet refleksidir bu. Teorik anlatılarda devletle aileyi birbirine iliştiren halkalar, gerçek hayatta da vardır.
- Sen de 12 Eylül’ü yaşamış birisin. Bu yüzden otobiyografik öğeler de yer yer okura aktarılıyor. En azından tanışıklıktan olacak, bunu gördüm. Her yazar önce kendini yazar, diskuru sende de geçerli midir?
Vallahi ben kendimi yazamam herhalde. Cezaevinden ilk çıktığımda bir psikiyatr arkadaş “gel seni bir göreyim” demişti. Dedim ki, “Abi şimdi ben sana yaşadıklarımın yarısını insanların güvenliği yüzünden anlatamam, öteki yarısını da kendime ve başkalarına haksızlık etmekten korktuğum için söyleyemem.” O gün ona söylemedim ama bir de kendime anlatamadıklarım, yüzümü kızartan şeyler vardı, hepimizin vardır. Yani otobiyografi zor iş. Ama tabii ki, yazarın yaşamı yazdıklarına sızar. Ben çocukluk arkadaşlığından, mahalle kankalığından devrimci/örgütlü yaşama geçilen bir yerden geldim. ‘Yoldaş’ kelimesini çok az kullanırdık mesela biz, dün komşunun eriğine daldığımız insana ‘yoldaş’ demek soğuk, resmi bir şey gibi gelirdi bize. Herkesin zaten (bazıları tuhaf olan) lakapları vardı, kardeş gibiydik. Yani Sebo’yu, İsrafil’i, Muhittin’i tanıyorum ben. Bildiğim insanlar. Bu yoldan devrimciliğe geçişte her şey geride kalmaz öyle; hem derin, tutkulu bir bağlılık olur, hem de saplantılı bellek kırıntıları vardır. Velhasıl, otobiyografiyse eğer, yaşadıklarımın sızıntısı olarak düşünülebilir. İnsan zaten iyi tanımadığı bir hayatı anlatmamalı. Hatta mekânlar için de öyle. Feride’de Nurtepe’nin, bu kitapta Yedikule’nin varlığının böyle bir anlamı var.
Kitapta bir tek yerde, kurgu olmayan, daha doğrusu tam kurgu olmayan iki karakter var. Demiryolcu Ömer benim en büyük rahmetli abim, eşi de Sultan Yengemdir. Ve evet, cunta zamanlarında evlerinde insanları saklamışlardır, sandal hikâyesi de doğrudur. Nasıl oldu bilmiyorum ama kitaba sızdılar, biraz da borcumu ödedim onlara belki.
- Bir karakterin demans hastası. Unutma ve hatırlama arasında gidip geliyor. Bunu bir metafor olarak düşündüm. Türkiye büyük bir unutma ve hatırlama cenderesi. Sen ne düşünüyorsun?
Çok felsefi şeylere girmeyeyim ama aslında unutmak diye bir şey yok bence. İnsan beyni her şeyi bir yerlerde raflara diziyor tek tek ve orada duruyorlar. Unutmak istemek diye beyhude bir çaba var sadece. Toplumlarda da böyle. Yüzleşmekten kaçınma, yok sayma, tarihle oynama… Bunların hiçbiri olmuşu olmamış yapmıyor ama ‘huzur’ veriyor, öyle değil mi?
Kitaba gelirsek, Sebo’nun demans olup olmadığı bile belli değil aslında. Aslında İsrafil’de aynı durumda. İkisi de bal gibi hatırlıyorlar her şeyi. Ama yaşadıkları şeyi yok saymaya, ondan kurtulmaya çalışıyorlar ve bunu yaparken korkunç bir suç işleyerek Nilüfer’i flulaştırıyorlar hayatlarında. Tamam, bunlar iyi insanlar ama yaptıkları da bu. Son bir hamleyle durumu düzeltmek isteseler de bunu Nilüfer için değil, kendileri için, kendi hesaplaşmaları için yapıyorlar.
Bir arkadaş, hikâyenin merkezi karakteri olan Nilüfer’in kitapta az işlendiğini söylemişti. Doğru. Ama zaten Nilüfer bir hayalet gibi. Yaşadıklarıyla başa çıkmaya çabalayan ve bunu kendini yaşamdan silerek yapmaya çalışan bir karakter. O, aslında kitabın başkarakteri ve bunu yokluğuyla, yok sayılmasıyla yaratıyor. Feride’de de bunun tersi bir karakter olarak Murat vardı. Ana karakterlerden biri ama ortalıkta yok!
- Aşkı ıskalamayan bir darbe atmosferini okura aktarıyorsun. Silahlı eylemlerin ortasında, devrimin peşinde giden kırık bir aşk öyküsü. Diğer taraftan da yüzleşmeler var, daha doğrusu yüzleşme ihtiyacı.
Aşk bile değil yahu. Yani bir ilişki olduğu şüpheli. Onca hengâmenin arasında kırık dökük yakınlaşmalar, tutunmalar, belki de kuruntular… Dönemle ilgili bir şey. Şimdiki zamanın cesareti o vakitlerde pek yok. Ama işte, aşk cesareti ve yüzleşmeyi de içeren bir şeydir. Liyakat meselesi yani. Birini yaralıyken arkada bırakıyorsanız, son hamleniz aşkla açıklanamaz, olsa olsa kendi huzurunuzla ilgili bir şeydir o.
- Romanda yer yer polisiye unsurlar var. Bu senin için de yeni. Bazı yazarlar polisiye yazınca peşinden gitme eğilimindeler. Sende de bu arayış var mı?
Polisiyenin adı ‘polis’ten ötürü kötüye çıkmış. Sonuçta bir edebiyat türü ve özellikle Fransız ekolünde içinde hiç polis olmayan çeşitleri de var. Daha çok tempolu ve düğümleri olan hikâyeler için kullanılıyor aslında bu deyim. Ama açıkçası, öyle ‘Komiser Ahmet’li, ‘Komiser Mehmet’li şeyler bana sıcak gelmez. Norveç’i bilmem ama bu topraklarda bana gerçeklik duygusu vermiyor o hikâyeler. Ahmet’i de Mehmet’i de tanımışım yani; eşek döver gibi döverler adamı. Hiçbirinde de bir zekâ pırıltısı görmedim Allah için. Ama evet, Feride’de de, bu kitapta da bir tempo var, polisiye havası veriyor. Okur eline alıyor ve bitiriyor. Haşa huzurdan bir Yaşar Kemal değilim ben, mekân anlatımları, iç konuşmalar filan çok azdır yazdıklarımda. Karakterler kendilerini, nasıl insanlar olduklarını diyaloglar ve aksiyon içerisinde ortaya koysunlar istiyorum. Hatta (saçma bir şey belki ama) evde yalnızken diyalogları teatral bir şekilde ‘seslendirme’ yapıyorum, okuru bunlar etkilesin ve okur mümkünse taraf tutsun, karakterlere karşı ya da yanında tavır alsın istiyorum. Cezaevinde abime bir sürü kitap getirtip çalışmış, senaryo metinleri yazmıştım, hatta çıktıktan sonra da bunlardan birini okuttuğum Sırrı Süreyya’nın tavsiyesiyle tuğla kadar bir kitap alıp üzerinde çalışmıştım. İlk romanım olan Habiba da bir senaryodan romana (mecburen) dönüşmüştü. Bir ara Demirkubuz’un elinden de geçti ama film olamayınca roman oldu garibim. Yani o sinema duygusu, ben anlatmayayım vatandaş görüntülerden diyaloglardan kendisi anlasın duygusu yakamı hiç bırakmıyor.
- Yeni çalışmaların var mı ya da neye çalışıyorsun?
Yeni çalışma demeyeyim de, yeni bir bela diyeyim. Gerçek bir bela. Çünkü bu kez konu ve karakterler gerçekliğe çok daha yakın ve yakın tarihe aşina okur, trajik bir olayla ilgisini kuracağı için haksızlık etmeme ya da kötüyü şirinleştirmeme kaygıları çok daha fazla. Çok zor iş yani. Altından kalkamayabilirim. Bir yazarın en büyük kâbusu, anlattığı hikâyeye layık olamamak, onu doğru anlatamamaktır. Korkarım bundan. O yüzden de Feride’de olduğu gibi doludizgin gitmiyorum, ağır ağır çalışıyorum üzerinde.
- Son olarak ne söylemek istersin?
67 yaşındayım. Umut veren ‘genç’ (!) bir yazarım. Biriktirdiğim hayatlar var. Yazmadan gidersem üzülürüm. Sadece roman filan değil, şiir, öykü, ne gelirse… Feride röportajında sevgili Reyhan’a söylemiştim, ben kendimi ‘yazı yazan adam’ olarak tanımlıyorum. Makale, haber dosyası, şiir, öykü, roman… Bir şeyi hangi format anlatıyorsa odur yazdığım şey. Bir şeyi makale ile anlatabiliyorsan anlatırsın biter. Onu anlatmanın şiirden başka yolu yoksa şiir yazarsın. Edebiyatın zirvesidir çünkü şiir, onu ziyan edemezsin.
Ezcümle, devam yani. Önümüzdeki maçlara bakacağız!