Bu bir sona erme hikâyesi değil; tersine, yeniden doğuşun, yeniden örgütlenmenin, yeni bir çağın eşiğinde yükselen bir yürüyüştür.
Kürt halkı, tarih boyunca yalnızca topraklarını savunmadı; düşüncelerini, dilini, kültürünü, hafızasını ve hayalini de savunmak zorunda kaldı. Sınırlarla bölünmüş bir coğrafyada, yasaklarla parçalanmak istenen bir kimlik, baskı karşısında yalnızca direnmedi; her darbede kendini yeniden tanımlayarak var olmayı başardı. Bu varoluş, kökleri derinlere inen bir ağacın, her fırtınada daha da güçlenen dalları gibi büyüdü.
Ulusal uyanışla başlayan bu yürüyüş, zamanla silahlı direnişe, ardından kadınların ve gençlerin öncülüğünde bir devrime dönüştü. Bu mücadele, Kürt halkının özgürlüğüyle sınırlı kalmadı; dünya halklarının vicdanında yankı buldu, ortak bir kurtuluş hayaline dönüştü. Rojava’da yaratılan sistem, yalnızca bir yönetim modeli değil; ataerkil düzene, kapitalist sömürüye ve milliyetçiliğin dar kalıplarına karşı bir itirazın, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteren somut bir ifadenin adı oldu.
Bugün, Özgürlük Hareketinin geldiği nokta, bir ulusun kurtuluş mücadelesinden çok daha fazlasıdır. Artık bu mücadele, insanlığın kendini yeniden tanımlama çabasının bir parçasıdır. Yapılan kongre ise genişlemenin ve dönüşümün göstergesidir. Bazı çevreler tarafından bir dağılma, bir sona erme olarak görülen bu adım, gerçekte mücadelenin dar kalıplardan sıyrılarak evrensel bir çizgiye taşınma iradesidir. Feshedilen bir örgütün adı olabilir; fakat taşıdığı ruh, ilham verdiği direniş ve uyandırdığı umut çoktan sınırlardan taşmıştır.
Çünkü devrim, durağan bir yapı değil; yaşayan, değişen ve kendini yenileyen bir organizmadır. Eğer halkların özgürlük yürüyüşü gerçekten evrensel bir kurtuluşu hedefliyorsa, o hâlde yapılar da dil de yol da bu evrensellikten nasibini almalıdır. Kürt hareketinin enternasyonal bir çizgiye evrilmesi; yalnızca stratejik bir tercih değil, aynı zamanda tarihsel bir zorunluluk, etik bir sorumluluk, vicdani bir çağrıdır.
Çünkü Kürt halkının mücadelesi artık sadece Kürdistan dağlarının sarp yamaçlarında değil; göç yollarında parçalanmış ailelerin sessiz ağıtlarında, Güney Afrika’nın Apartheid sonrası hâlâ kapanmamış yaralarında, Hindistan’ın kast sistemine direnen bedenlerde, Avrupa’nın banliyölerinde görünmezleştirilmiş kimliklerin çığlığında, Amazon’un yağmalanan ormanlarında, yerli halkların kadim haklarında yankılanmaktadır. Artık bu mücadele, etnik bir kimliğin özgürlük talebinin ötesinde; sömürünün, patriyarkanın, ırkçılığın, ekolojik talanın ve sınıfsal adaletsizliğin karşısında duran tüm toplulukların ortak sesidir. Bu ses; kadınların suskunluğu reddettiği, işçilerin emeğiyle dünyayı yeniden kurmak istediği, gençlerin sınır tanımayan bir özgürlük arzusuyla sokaklara çıktığı, herkesin “başka bir yaşam mümkün” dediği her yerde duyulmaktadır. Ve o ses artık yalnızca bir halkın değil, tüm insanlığın kendiyle yüzleşme ve yeniden doğma çağrısıdır.
Artık mesele yalnızca Kürtlerin özgürlüğü değildir. Mesele, kapitalist modernitenin yarattığı yabancılaşmaya karşı, doğayla uyumlu, kadın özgürlükçü, çok kimlikli bir yaşamı inşa etmenin hayatiyetidir. Mesele, Ortadoğu’da halkların birbirini boğmadan, birbirine sırtını dönmeden, öl-öldür çizgisinden çıkartılarak omuz omuza yaşayabileceği bir toplumsal düzen kurmaktır.
Bu yüzden, bugün yaşanan dönüşüm bir geri çekiliş değil; yeni bir faza geçiştir. Daha kolektif, daha kapsayıcı, daha küresel bir direnişin ayak sesleridir bunlar. Özgürlük Mücadelesinde adlar değişebilir, ama öz bir halkın, bir kadının, bir çocuğun, bir enternasyonalistin kalbindeki eşitlik inancı olarak daima yaşar.
Sonuç olarak; bu bir son değil; daha adil bir dünya düşleyen herkes için ortak bir başlangıçtır.