Siyasi tutsakların en temel hukuki güvence arayışları, Türkiye’nin demokratikleşeceğine duyulan toplumsal umudun inkâr edilemez bir yansımasıdır. Bu hakikat göz ardı edilmeksizin atılacak somut ve pratik adımlar, barışın inşasına dönük cevaplardan biri olabilecektir
Newroz Uysal Aslan*
Türkiye hapishanelerinde yaşanan hak ihlalleri uzun zamandır münferit olaylarla açıklanamayacak kadar sistematik bir boyuta ulaşmış durumda. Bu tablo, yalnızca hapishane koşullarının kötüleşmesiyle değil, aynı zamanda cezanın infazının siyasi bir silaha dönüştürülmesiyle ilgili. Bugün hapishanelerde hüküm süren rejim, kapitalist modernitenin en katı “disiplin aygıtları” eliyle yürütülen bir biyoiktidar ve nekroiktidar sistemine dönüşmüş durumda. Bu yaşamı kontrol ederek ölümü yöneten bir iktidar formu.
Biyoiktidar ile nekroiktidarın en açık tezahürlerinden biri, AKP iktidarı boyunca en az 5.341 mahpusun hapishanelerde yaşamını yitirmesiyle kendisini gösteriyor. Bu, Foucault’nun “yaşatmak ya da ölüme terk etmek/maruz bırakmak” şeklinde ifade ettiği modern iktidarın çıplak yüzünü gözler önüne sermektedir. Bunu yalnızca istatistiklerde değil, her gün gelen ölüm haberlerinde, ailelerin hapishane önlerinde tuttuğu nöbetlerde, hastalığı görmezden gelinen, tedavisi ertelenen her bir mahpusun hikâyesinde yaşıyoruz.
1 Kasım 2024’te verdiğimiz soru önergesine Adalet Bakanlığı’ndan yakın zamanda gelen yanıt çarpıcıydı. Bir yandan “2000 yılından bu yana infaz sisteminde reform” yapıldığını iddia ederken, diğer yandan yalnızca 515 gün içinde (24/07/2023 ilâ 20/12/2024 tarihleri arasında) 1.026 mahpusun öldüğü itiraf ediliyordu. Bu, günde iki mahpusun hayatını kaybettiği anlamına geliyor. Reform adı altında yapılanlar, gerçekte hapishanelerde yaşamı değil, ölümü süreklileştirirken, disipliner şiddetin ve denetimin yoğunlaştırılmış hali tüm çıplaklığıyla önümüze seriliyor.
Üstelik Bakanlığın sayısal bir veriye dönüştürerek sunduğu yok edilmiş yaşam istatistiğinin içinde Cemal Tanhan veya Mehmet Ali Yaşa gibi ölümün kıyısına gelince tahliye edilen ve kısa süre sonra hayatını kaybeden mahpusları içermiyor. Bu bir “tabutta tahliye” rejimi. Bedenler dışarı çıkar, ama yaşam çoktan içeride bırakılmıştır.
Söz konusu reformlar, kurumsal gözetimin yeni aygıtları olan İdare ve Gözlem Kurulları’nın icraatlarında somutlaşmaktadır. Tutsakların “pişmanlık” beyanlarına göre tahliye olup olmayacağına karar veren, dolayısıyla cezanın infazını belirsizleştiren ve kişisel kimliği, politik aidiyeti, düşünsel direnci cezalandıran normatif yargı makineleri olan bu kurullarda, hukuk değil, “sadakat” esas alınarak “itaatkâr bedenler” yaratılmak istenmektedir. Sonu gelmeyen bu şiddet sarmalında mahpusların düşüncesi, kimlikleri, politik duruşları infazın seyrini belirleyen gerekçeler olarak konumlandırılmaktadır.
S-Y ve YGC tipleri, ölümcül tasarruflar
Bakanlığın “fizikî gelişim” diyerek övdüğü hapishaneler, yine Foucault’nun kavram setiyle tariflersek “panoptik gözetim” mantığının uç noktası olarak “kuyu tipi” diye tarif edilen S- Y ve YGC (Yüksek Güvenlikli Cezaevleri) tipi hapishanelerdir. Buralar ışığın dahi ulaşmadığı, mahpusun yalnızlaştırılarak mutlak kontrol altına alındığı disipliner laboratuvarladır. Burada amaç, yalnızca bedeni hapsetmek değil, kontrol altına almak, bireyin ruhunu, iradesini ve kimliğini teslim alarak onu itaatkâr bir nesneye dönüştürmektir. Gelinen noktada, hapishanelerde yaşam her geçen gün biraz daha silikleşmekte, mahpuslar süreğen bir infaz rejiminde sessiz ve görünmez bir ölüm siyasetiyle karşı karşıya kalmaktadır.
2024 yılına dair sağlık verilerine baktığımızda, yalnızca sağlık sistemindeki çöküşü değil, aynı zamanda biyoiktidarın seçici tasarruf politikasını da görmekteyiz. Bugün Türkiye genelinde 395 hapishanenin tam kapasitesi 299.924 kişi iken bu hapishanelerde bulunan mahpus sayısı son resmi açıklamalara göre 403.060’tır. Ancak bu mahpuslara hizmet eden hekim sayısı 500’ü dahi bulmuyor. Hasta mahpusların tedaviye erişimi, iktidarın yaşamı düzenleme hakkını tekeline almasıyla engellenmektedir. Revirlerdeki hijyen dışı koşullar, hastane sevklerinin keyfi olarak ertelenmesi ve onur kırıcı uygulamalarla tedavinin engellenmesi, açık bir biyo-siyasal ihmal politikasıdır. Devletin “tasarruf” dediği şey gerçekte insan yaşamından tasarruftur.
Zindanları boşaltma barışı toplumsallaştırma zamanı
14 Mayıs 2025 tarihinde bir mahpusun ailesi aracılığıyla bize ulaştırılan beyanı şöyleydi:
“Dışarıda barıştan, hasta tutuklulardan ve infazın hukuksuz biçimde uzatılmasından söz edilirken içeride bunun tam tersi yaşanıyor; hak ihlalleri daha da artıyor. Bu durumun kamuoyunca bilinmesi gerekir. Hapishanelerde bizler üzerinden dışardaki sürece karşı bir provokasyon geliştiriliyor.”
Sayın Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” Türkiye toplumunda büyük bir barış umudu yaratmış toplum barış talebini sahiplenmiş ve buna ses vermiştir. Böylesi bir eşikte hukukun askıya alındığı hapishaneler ise tutsakların yaşamları “çıplak hayat” konumuna indirgenerek siyasal yaşamları salt toplumsal alandan değil siyasal alandan da mutlak anlamda dışlanmak istenmektedir. Oysaki siyasi tutsaklara yönelik bu hukuk dışı uygulamalar barış umuduna da saldırıdır. Bu nedenledir ki Adalet Bakanlığı’nın ulusal yasalar ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış “umut hakkı”na ilişkin yaptığı açıklama hapishanelerdeki hukuk dışılığı meşrulaştırmasının yanı sıra barış umudunu da zehirlemektedir. Halbuki halkların temel beklentisi, hapishanelerde süregelen hukuk dışı uygulamalara son verilerek barış yolunun tamamen açılmasına dönük somut adımların atılmasıdır.
Barışa giden yolun açılmasının Kürt sorununun demokratik çözümüyle olacağı açıktır. Bunun asgari adımlarından biri ise hapishanelerde hüküm süren hukukun askıya alındığı rejimin son bulmasıdır. Siyasi tutsakların en temel hukuki güvence arayışları, Türkiye’nin demokratikleşeceğine duyulan toplumsal umudun inkâr edilemez bir yansımasıdır. Bu hakikat göz ardı edilmeksizin atılacak somut ve pratik adımlar, barışın inşasına dönük cevaplardan biri olabilecektir.
*DEM Parti Şirnex Milletvekili