Barış artık uzak bir hayal değil. O, tam da burada: Bir çocuğun çok dilli uykusunda, bir annenin ortak ağıdında, birbirimize kulak verdiğimiz her cümlede mümkün
B. Zeyno Bayramoğlu
“Bizler, birbirimize benzemeyiz ama aynı rüzgâra tutunuruz.
Ve eğer bir gün birlikte hayal edebilirsek, dünya yeniden doğar.”
Her fırtınanın bir sığınağa ihtiyacı vardır. Ve bazen o sığınak, taş duvar ya da beton tavan değil—başka bir halkın omzudur.
Bu topraklarda rüzgâr hep vardı. Ama biz hiçbir zaman tek başımıza eğilmedik. Birinin dalı kırıldığında, öteki kök saldı. Birinin ocağı sönünce, komşusunun dumanı yetti ısınmaya.
Böyle öğrendik biz gövdemizi birbirimize yaslamayı. Kimi zaman bir Ermeni ninesinin sessizliğinde, bir Kürt dengbêjin kıyıya bıraktığı ağıtta, İzmir’in taş avlularında yükselen Rumca bir ninnide, Adıyaman’da bir Alevi dedesinin suskunluğunda büyüdük.
Yasalar bölmeye yetmedi bizi. Sınırlar, diller, fısıltılar… Hiçbiri bu iç içe geçmişliği çözemedi.
Şimdi yine fırtına var. Ama bu kez yıkmak için değil, yeniden kurmak için esiyor. Çünkü yıllardır susturulan diller, kırpılan inançlar, kimsesizleştirilen halklar yeniden birbirine dönüyor.
Bu yazı, o dönüşün tam eşiğinde yazılıyor.
Birbirimize bakıp hatırlıyoruz: Biz zaten aynı hikâyeden geldik. Aynı göç yollarında yorulduk, aynı sofralarda susup bekledik, aynı gözle sevdik.
Bugün “birbirinize benzemiyorsunuz” diyenler, hiçbir masalı sonuna kadar okumamış olanlardır. Çünkü masallar benzeyerek değil, birlikte kalarak biter.
Bu bir son değil: Kalplerin, dillerin, gövdelerin birbirine yaslandığı yeni bir başlangıcın yüksek sesle ilanıdır.
Ve biz yaslandığımız her omuzda yalnızca dayanmayacağız—çoğalacağız.
Çünkü birlikte yaşamak, sadece geçmişin değil, geleceğin en cesur vaadidir. Birbirine benzemek değil, birbirine ihtiyaç duymaktır. Sesine yer açmak, yarasına su taşımak, gölgesini büyütmemek demektir.
Bu ülkenin sesi, bir ninnide dillerin buluştuğu, bir cenazede inançların omuz omuza yürüdüğü, bir sofrada halkların ekmeği paylaştığı bir sestir.
O ses, yıllar boyunca yoksulluğu da gördü, yası da. Çatısı olmayan evlerde doğan çocukları, kıyıda kimliksiz bakan gözleri, sırtında ekmekten çok tarih taşıyan kadınları duydu. Ama ne zaman yıkım büyüdüyse, bir el hep bir başka ele uzandı. Bir lokma, bir ağıt, bir direniş paylaşıldı.
Biz birbirimizi anayasal tanımlardan önce tanıdık. Aynı kuyuya bakıp aynı susuzluğu hissettik. Bayramda komşusunun kapısını ilk çalan biz olduk, yas günlerinde acıyı tanımadan sarılan da.
Ve şimdi yeniden hatırlıyoruz: Yan yana yürümek, aynı olmak değil—birbirini eksilten değil, tamamlayan olmaktır.
Barış artık uzak bir hayal değil. O, tam da burada: Bir çocuğun çok dilli uykusunda, bir annenin ortak ağıdında, birbirimize kulak verdiğimiz her cümlede mümkün.
Çünkü en kıymetli yolculuk, yaraya bakanın değil —ona su taşıyanın, gövdesini siper edenin yolculuğudur. Ve o yolculuk şimdi başlıyor.
Zira ağacın kökleri birbirine karışmazsa, hiçbir orman fırtınaya dayanamaz.