Sosyolog Engin Sustam, Kürtlerin farklı alanlardaki jeopolitik konumlanışının, Kürt meselesinin bugün başka türlü okunmasına katkı sunduğunu ve artık her alanda politik bilinci ile pratiği olan bir toplumdan bahsedildiğini belirtti
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’In 27 Şubat’ta yaptığı tarihi çağrının ardından PKK’nin yaptığı kongre sonucunda 12 Mayıs’ta fesih kararını açıklaması, tartışılmaya devam ediyor. Kamuoyu, fesih kararının nedenlerini, bundan sonrasını ve devletin bu adımlara nasıl bir yanıt vereceğini merak ediyor.
Devletin bu sürece yönelik yaklaşımına dair şüpheler devam ederken, PKK, silahlı mücadelenin tamamen sonlandırılması için yasal düzenlemeler yapılması gerektiğini vurguladı ve bir yüzleşme sürecinin gerekliliğini belirtti.
PKK’nin bu açıklamalarına rağmen devletin somut bir adım atmaması, kamuoyunda hem tepkilere hem de tartışmalara yol açtı. Toplumun farklı kesimleri, bu tarihi fırsatın kaçırılmaması ve devletin bir an önce adım atması gerektiğini dile getirmeye başladı.
Sosyolog Engin Sustam, Fırat Haber Ajansı’nın (ANF) sorularını yanıtladı:
‘Kürtlerin büyük çoğunluğu Öcalan’ın kararlarını dikkate alıyor’
- PKK’nin silahlı mücadeleyle yürüttüğü hak talebi sona erdi; ama hem Osmanlı hem Cumhuriyet’in kodları da göz önüne alındığında, yeni bir mücadele alanı başlıyor. Tarihsel ve yeni güncel durum olarak bu süreci nasıl okumalıyız veya yeni mücadele alanları bu dönemde nasıl olacak?
İzin verirseniz, ilkin bir sosyal bilimci olarak sorunuza hafıza yoklamasıyla bakmak istiyorum. Su çok açık ki silahlı mücadele veya literatürde işleyen durumuyla dağ gerillacılığı, belirli bir noktaya zaten gelmişti. Bu alınan karar, bugün açısından pek şaşırtıcı gelmedi.
Aslında Kürt Hareketi, 1993’ten beri savaşın en sıcak olduğu dönemlerde buna benzer birçok kararla ‘muhatap’ aramaktaydı; barış sürecini tek taraflı ateşkeslerle gündemleştirmekteydi. O dönem, Özal dönemiydi. 1993’te Lübnan’da, Bekaa Vadisi’nde YNK lideri Celal Talabani’nin de içinde olduğu bir ateşkes süreci vardı.
Sonrasında Özal’ın ölümü ve derin devlet konseptinin devreye girmesiyle başlayan silahlı çatışma süreci, ne yazık ki Kürt sorununu bir güvenlikçi sorun haline getirirken; devlet, özellikle Tansu Çiller hükümetiyle başlayarak bir özel savaş stratejini uygulamaya koydu. Suikastler, köy boşaltmalar, gözaltında kayıplar, işkenceler, yerinden etmeler ile Kürt alanı, derin devletin sömürge valileri tarafından şiddet sarmalına çevrilmişti.
Elbette bu süreçteki en önemli risk meselesi de biraz bunu barındırıyor. Yani en yakın 2015 ve 2016 şiddet sarmalını hatırladığımızda, bunun tek taraflı olması ve devlete olan güvensizlik, psikolojik bir bariyer olarak önümüzde duruyor. Kürtlerin büyük bir çoğunluğu, Kürt Hareketi’nin ve Öcalan’ın kararlarını dikkate alıyor; ama devlete güvenin olmayışı ciddi bir sorun.
Yani devletin bu konuda anayasal bir adım atmak yerine daha çok bölgenin ve etrafının askerileşmesine öncelik vermesi, hâlâ militarist dilden vazgeçmemesi ve birçok alanda çatışmaların devam etmesi -ki gerillalar çatışmanın etkisi altında 12. Kongre’yi gerçekleştirdiler- önümüzde duran en riskli durumlardan biri.
İki tarafın da barışa dair sorumluluğunu yerine getirmesi gerekiyor. Kürt Hareketi, üzerine düşen en önemli adımı attı ve sorumluluğunun gereği olarak çatışmasızlık alanına çekilmek istiyor. Peki, devlet daha öncesinde yaşananlar gibi, çekilen ve silah kullanmayan gerillalar üzerine gitmeyi bırakacak mı? Bu tür çatışma riskleri açıkçası yeniden zarar verecek potansiyelleri barındırıyor.
Örneğin bu konuda, 1998’deki FARC ve Kolombiya örnekleri üzerinden; sonrasında 2016’da Juan Manuel Santos döneminde (merkezi sağ hükümet) atılan adımlara rağmen, 2019 yılında FARC, sağcı yeni başkan Ivan Duque tarafından barış sürecinin askıya alınmasıyla yeniden silaha sarılmıştı.
‘Kürtler her alanda farklı bir boyuta ulaşmış bir toplum’
- Barış süreci veya yeni süreç Türkiye’de nasıl işler ve bu sürecin işlemesi için neler yapılması gerekiyor?
Barış süreçleri veya silahların susması demek, politik riskleri ve çatışma olasılıklarını içinde barındırsa bile, Kürtlerin farklı alanlardaki jeopolitik konumlanışı meseleyi artık bugün başka türlü okumamıza katkı sunuyor. Yani şu an, 20.yüzyıl başlarındaki entelijansiya ve kısmi bir kadro tarafından yönlendirilen isyancı Kürtlerden değil; her alanda politik bilinci ve pratikleri olan, başka bir seviyeye varmış bir toplumdan bahsediyoruz.
Kürtlerin bu süreçte diplomatik müdahalelerde bulunarak, dil ve kimlik faaliyetlerinin yasal güvenceye alınmasını sağlamaları; meselenin bir tehdit unsuruna çevrilmemesi ve her şeyden önce, bütün gerginlikleri ve çatışmaları diplomasi yoluyla çözmeye çalışırken, uluslararası tarafsız gözlemcilerin olması şartıyla bu süreci baltalayacak herhangi bir provokatif durumun (ırkçı saldırılar vs.) önüne geçmek için müdahaleleri anayasal anlamda talep etmeleri gerekir.
Siz barışı hangi hükümetle yaptığını seçemezsiniz; sağ veya sol olabiliyor. Kolombiya’da sağ hükümetle yapıldığı gibi. Ama siz barış sürecini ve bir halkın özgürlüğü meselesini politik olarak anayasal güvence altına almayı ısrarla talep edebilirsiniz. Türkiye, sonuçta darbe veya iktidarda sürekli sağ ve aşırı sağ partilerin hakimiyetinin olduğu bir şekilde yönetilmiş ülke. Ya Kemalistler, İslamcı muhafazakârlar ya da aşırı sağcılar hep iktidarın muktedir özneleri oldular.
Şimdi tam da bu kesimle, yani Türklük ethosunun girdabından geçmiş bir kesimle barış yaparken, diyaloğun kolay olmayacağını belirtmek lazım. Elbette Kürtlerde, yaşadıkları korkunç deneyimlerinden kaynaklı olarak, şiddetin ve kolonyal baskının bilinçaltı travmaları harekete geçiyor.
Dolayısıyla yapılması gereken en önemli şey, hükümet kaynaklı olarak ilkin bölgenin demilitarize edilmesi; ardından askeri olmayan sivil siyasal faaliyetlerin önünün açılmasıdır (mesela kayyım siyasetine son verilmesi, cezaevlerinin boşaltılması). Her anlamda askeri güç kullanımından vazgeçilmesi, acil şekilde durması gereken çatışmanın olmaması için güvence ortamını sağlayacak adımların atılması ve bence uluslararası heyetler, kurumlar, aktörler de dahil bir barış konferansının hazırlanması bu sürece hızlı şekilde katkı sunacaktır.
Kayyımların, koruculuğun, OHAL’e benzeyen 15 Temmuz darbesi sonrası yeni yasaların lağvedilmesi ve sanırım en önemli ayaklarından biri olarak silahların susmasıyla başlayan sürecin anayasal güvencesi, en önemli demokratik reaksiyonlardan biri olarak işleyebilir.
Bu durum sonrasında; dil, kimlik, eşit yurttaşlık ve ademi merkeziyetçi yerel yönetim anlayışının sisteme dahil edilmesini sağlayacak başka bir sürece evrilmesi ise kaçınılmaz duruyor. Ama sorumuz, Türk devleti gerçekten barışmaya hazır mı?
‘Tarihsel olarak devletlere güven söz konusu değil’
O yüzden adı dahil konulmamış bu süreç, elbette psiko-politik riskleri barındırıyor. Ve her an her şeyin belki de tersine dönebileceği tedirginliğinin dışında -ki hiç arzu edilen bir durum değil- yeniden bir çatışma riskine gebe. Elbette bu, hem yaşanılan deneyimlerle alakalı bir tespit hem de açıkçası devletin hâlâ ciddi ve güvenilir politik bir adım atmamasıyla ilgili.
Diğer nokta, daha önce dediğim gibi, Kürtlerin devlete, yasalarına, kurumsal aktörlerine, aygıtlarına doğal olarak güvenememe hali. Ki pratikte bir işlevsellik ilerlemedikçe bu riskleri barındırıyor. Zaten tarihsel olarak devletlere güven söz konusu değil. Bunun ne yazık ki dünya literatüründe çok örneği mevcut. İlla ‘devlete güvenelim’ de demiyorum. Dediğim, bu meselenin gerçekten toplumsallaşması ve kurumsal alanda güvenceye kavuşturulmasıdır.
Bu, Lozan’dan beri devam eden bir süreç. Belki de ilkin bunu kavramak, belirli paranoyalardan kurtulmak için ciddi adım olabilir gibime geliyor. Kürtlerin devlete güvenmemesini sağlayan yüzlerce şiddet pratiği, sömürgecilik deneyimi var ve devam da ediyor.
Bunlar söz konusuyken, ‘Neden fesih ilan edildi?’ veya ‘Kürt Hareketi silahlı mücadeleye neden son verdi?’ sorusu, sanırım daha çok konuşulacak gibi.
‘Bu süreç birçok farklı dinamiğin tartışmalarıyla yürüyecek’
- Bu sürecin barışa evrilme ihtimaline dahi karşı çıkanlar var, bunlara yönelik nasıl bir tutum almak gerekiyor?
Bana göre bir tutum geliştirmekten daha çok, Kürtlerin bütün dinamiklerinin demokratik şekilde dinlenilmesi; ama aynı şekilde Türk alanındaki politik paranoyalara yönelik çalışmalar yapılması gerekiyor.
Diğer yandan, elbette alışılmadık, enteresan bir dönemdeyiz ki -dikkatle gözlemliyorum- silah bırakılmasına garip şekilde karşı çıkan ve şu an aynı kampta duran Türk ve Kürt tarafında iki azınlık grup var: Birincisi, zaten Kürt nefretiyle rant sağlayan, ırkçılığı kendine ideolojik ödev edinmiş Türklük; ikincisi, aslında devlete güvenmeyen ve PKK’nin bir şey talep etmeden silah bırakmasına karşı çıkan ya da doğal Kürt Hareketi karşıtlığıyla tanınanlar.
Kürt Hareketi silah kullanırken de buna karşı olan bu taraflar, bugün halk bunu destekleyip savaşa karşı olsa bile hâlâ karşı çıkıyorlar. İnanılmaz aşırı analizlerle her gün sosyal medyada uzman kesilmiş durumdalar. Ama bunun da normal olduğunu düşünüyorum, keza bu süreç birçok farklı dinamiğin tartışmalarıyla yürüyecek.
Bu tartışmalar da elbette her şeyin ne çok siyah ne de beyaz olmadığı, birçok renkli veya gri alanların olduğunu görmemizi sağlıyor. Düşünün, bir yandan Kürt nefretiyle büyümüş bir toplumsallık; diğer yandan bu nefretin altında nefes almaya çalışan ve güvenini tamamen yitirmiş bir Kürt toplumsallığı var.
İşte bu iki tarafın içinde elbette en sert tartışmalar doğal olarak vuku bulacak. Tam da İsrail’deki durum gibi; yani bütün İsrailliler savaşa taraf olmadıkları gibi, her gün gösteri yapan inanılmaz bir muhalefet var sokaklarda ve Filistinlilerle birlikte yaşamak isteyen bu kesim, aşırı ırkçılara karşı sesini yükseltebiliyor.
Bu, dünyanın şu anki haleti ruhiyesi sanırım; küresel aşırı sağa eğimli otoriter rejimler çağında yaşıyoruz. Faşizmin yeniden toplum nezdinde kurumsallaştığı bir dönemdeyiz.
Türkiye’de de son on yıldır yaşananlara baktığımızda, sonuçta demokratik bir ülkede olmadığımızı bilmekteyiz. Onun için Kürt sorununu tartışırken dikkat edilmesi gereken, birilerinin politik veya kurumsal yapısının kırılganlaşmasına dikkat etmek değil; artık kolonyalizm yüzünden kanserojen hale gelmiş bu sorunun tedavisine yönelik, radikal şekilde kurumsal, toplumsal pratik ve güvence geliştirmektir.
‘Türkiye’de barışa taraftar olanlar azımsanmayacak kadar çoklar’
Türkiye’de şu an belki bu sisli havada pek görünmüyor olsa da barışa taraf olan ve konuşmak, diyalog geliştirmek isteyenler azımsanmayacak kadar çoklar. Sırrı Süreyya Önder bu insanlardan sadece biriydi. Aynı şekilde elbette yeni mücadele de buna göre sanırım biçimlenecek.
Kürt Hareketinin arzulanan toplumsal barışı görüp tek taraflı kendini feshetmesine inanmayı pek dikkate almak istemeyenler, Kürtler içinde de olacaktır. Sanki bu durum biraz da Kürtlerin kendi içinde tartışması, yüzleşmesi gereken politik bir durum gibi. Yani mesela her cepheden -PDK, YNK, PYD, vs.- çok olumlu tepkiler gelmesine ve bu sürece katkı olsun diye dahil olmak istediklerini belirtmelerine rağmen, soysal medyada durum sanırım belirli psişik-romantik kırılmalardan kaynaklı olsa gerek, başka türlü dönüyor.
Türklerin paranoyaları harekete geçiyor, Kürtlerin ise sisteme karşı güvensizlikleri. Yine aşırı sağın içinde, Kürt fobisiyle ve nefretiyle büyüyen Türk alanındaki kesimler, sahip oldukları Türkçü psikolojik bariyerleri yüzünden barış sürecine pek teşne değiller. Bunu MHP’ye rağmen söylüyorum; keza yeni bir aşırı sağ gençlik kuşağı var karşımızda ve bu, MHP’yi de aşan bir olgu.
Özellikle Kemalist sekülerler tarafında oluşan kabulsüzlük ise, Orta Çağ Engizisyon Mahkemeleri’ndeki karar verici papazları hatırlatacak kadar korkunç, patolojik olarak Kürt sorununun çok çetrefilli olduğunu gösteriyor. İşin daha ironik yanı, sömürgeleştirilmiş alan Kürt alanıyken, Türkiye’nin ‘emperyalistler’ (burada aslında sadece anti-Amerikancılık var) tarafından parçalanıp sömürgeleştirilmek istendiği gibi tuhaf bir algı yaratma paranoyası, durumun vahametini çoğaltıyor.
Sanırım burada sosyal medya tarihçiliği üzerinden aşık atanlara değil de eğitim müfredatının değiştirilmesi öngörülerek, güçlü şekilde Kürt sorununun hafızasına eğilmesi gereken bilim insanlarına çok ihtiyacımız olacak. Keza bu mesele sadece iki kurumsal yapı arasında değil, bütün öznelerin ortak inisiyatifiyle yol bulabilir.
‘Türk devleti Kürtlerin dışında, kendi toplumuyla da barışmak zorunda’
- PKK bu yeni süreci nasıl görüyor peki, bu tepkilere rağmen nereden bakıyor yeni duruma?
Kürt Hareketi hem silahlı mücadeleyi hem toplumsal projeyi hem ulusal arzuyu hem de dünya siyasetine dair konumlanışıyla farklı çehreleri olan çoklu bir dinamik. Benim anladığım, bu barış süreci de sadece Türkiye üzerinden okunmuyor onlar açısından; Ortadoğu’yu da kapsıyor.
Mesela Rojava’daki son gelişmeler gösteriyor ki bu alanın da özgürleşmesi, sabit bir otonom pratiğe yaslanması, Türkiye’deki Kürt sorununa cevap verebilecek kapasitede duruyor. Belirli toplumsal taleplerin farklı alanlarda barışla artık onarılması gerek.
Kürt Hareketi çok açık şekilde şunu demekte zaten: Sivil barışın ve çatışmasız ortak zenginliğin olabileceği bir yaşam için gerekli koşulları tesis etmek adına silahlarımı bırakıyorum. Ama bu, şu demek değil: Thomas Hobbes’un ‘Leviathan’ında olduğu gibi bir hükümdar lehine özgürlüklerimin bir kısmından vazgeçmiyorum. Sadece Kürt halkının barışma arzusu ve şiddet koşullarının kaldırılması için ve gereken bir sivil, demokratik ortam için bu devlete yönelik herhangi bir şiddet eyleminden tasarruf ediyorum.
Bu da şu demek: Devletin artık bir saldırgan Makyavel-Leviathan gibi, şiddetin ve cezanın sultasını göstermek yerine, kendi toplumuyla ve Kürtlerle barışmasının zamanı. Kendi toplumuyla barışmak demek, çok uzun yıllardır Türk halkının nefret veya ‘iç düşman’ söylemiyle ve terörizm nutkuyla devlet sultasının egemenliği altına alınmasına son vermek demek.
Bu ise paylaşımcı veya radikal demokratik bir sürecin, toplumsal, psişik, pedagojik bir etkinliğin toplumda yer edinmesi anlamına geliyor. Bunu devlet elbette yapamaz. Devletin görevi bu süreci güvence altına alırken, kesinlikle artık cezalandırma veya tehdit etme mekanizmalarını tamamen rafa kaldırmasıdır.
Diğer yandan hak verirsiniz ki savaş, iki toplumdaki algıları çok yıprattı ve travmatik veya paranoyak bir yorgunluk hali bıraktı. En basitinden Amedspor’un Bursaspor tarafından veya Bursa’da uğradığı şiddet ve linçler gösteriyor ki, bu pek o kadar kolay olmayacak.
Kürt sorunu bu ülkenin bütün kılcal damarlarına sirayet ettiği için -ekonomiden savaşa, toplumdan eğitime kadar- Kürt sorununun çözümü, aynı şekilde bu alanların da çözümlenmesine katkı sağlayacaktır. Lakin elbette Kürt sorunu bir statü ve eşit yurttaşlık hakkı olarak, yeni bir mücadele biçimiyle devam edecek gibi görünüyor.
Demokratik sivil siyasetin yolu açılırsa ve elbette askeri veya sivil vesayet, otoriter rejim yaptırımlarından vazgeçilirse, eminim ki Kürtler kendi travmalarını, Türkler kendi paranoyalarını sağaltabilir; patolojik şekilde büyümüş ırkçı kesimler bu adı konulmamış barış sürecinde veya toplumsal ortaklıkta diyalogun yolunu aralayabilirler.
Bu elbette kolay değil, hatta silahlı mücadelenin ilk fitilinin yakıldığı dönemden belki de daha zor bir dönemdeyiz. Her alanda Kürtlere inanılmaz bir nefret ve fiziki saldırı var (özellikle Suriye İç Savaşı’nda faaliyet göstermiş cihatçı paramiliter grupları dikkate alırsak). Ama sanırım Kürt Hareketi tam da kendi içinden geçtiği hafızasının eşiğinden konumlanarak, edindiği deneyimle hareket ediyor; başka türlü bir mücadele imkânıyla toplumsal barışın yolunu ilkin açmak istiyor.
Elbette ki bu hareketin bir hafızası var. Yani demek istediğim, bir yandan Bedirhanlara, Simkolara, Seyid Rıza’ya; Osman Sebrî’den Musa Anter’e dokunurken bu hafıza, diğer yandan Wallerstein’a, Negri’ye, Bookchin’e de dokunabiliyor. Belki bu anlamda, birçok kişinin jeopolitik konumlanışı dikkate almadan konuşmasını kenara koyarsak, denilebilir ki PKK’nin kendini feshiyle bir dönem kapanırken, aynı zamanda onunla var olan farklı alanlardaki karşıtların veya bir dönemin de feshi anlamına geliyor olabilir.
‘PKK, Osmanlı’dan beri devam eden sorunun konumlanışını tamamen değiştirdi’
Şimdi yeniden, belki daha farklı biçimde sorunuza dönersek; dolayısıyla, Türklük ethosunun yüzyıllık inkâr ve şiddet politikası sonucu olarak var olmuş Kürt sorunu, bir özgürleşme sorunu olarak, silahlı mücadeleye zorunlu başvurmuş bir örgütlü gücünden vazgeçerek, sivil demokratik yolun açılması için kendini feshetmesini sağladığı bir döneme şahit olmaktayız.
Açıkçası, birçok kuşak gibi bu dinamiğin birçok dönemine şahit olmuş bir sosyolog olarak diyebilirim ki: Herkesin kucakladığı, duygulanımlar yaşadığı, belirli itirazları olanların da bulunduğu ama genel anlamda çoğunluğun rızalarıyla oluşmuş bir aktör olarak, barışa dair güçlü kurucu arzusu olan PKK için de aslında birçok Kürt hareketinden, izleğinden, bir halkın kendi özgürlüğünü talep etme arzusundan, eşit yurttaşlık talebinden bahsedebiliriz.
Kürdistan İsçi Partisi, son elli yılda Osmanlı’dan beri devam eden bu sorunsalın konumlanışını tamamen değiştirdi. Meseleyi hâlâ belirli kronik bakışların içinden, ’başarı ve yenilgi’ gibi değil de veya başka jeopolitik kurumsal analizler üzerinden ele alarak bakan reaksiyoner yaklaşımların, bunu analiz edemediğini görmekteyiz.
Herkesin sorduğu şu: PKK neden tek taraflı olarak silah bıraktı ve devlet nasıl bir müdahalede bulunacak? Görünen o ki duygu patlamalarını veya mesela PKK karşıtlığını dar bir ulusal duyguya sıkıştırıp, Kürt Hareketi’nin özgürleşme pratiklerini ve arzusunu hiçe sayarak (bu eleştirilmeyeceği anlamına gelmiyor), sadece Kürtlüğü kendi tekeline alarak konuşmanın burada pek de pratiksel bir şey sunmadığı açık.
Barış, iki silahlı güç, denge ve hegemonya arasında olur ve bazen barış süreçleri pek de arzulanan istemler üzerinden gitmez. En azından 2013 süreciyle karşılaştırdığımızda ve bugünkü Türkiye’nin içinde bulunduğu otoriter konumunu göz önüne aldığımızda, bu soruların elbette haklı yanı olsa da bu çağrının halkta ciddi şekilde desteklendiği gözlemlenebilir.
Çünkü Kürt halkı, 50 yıldır süren bir savaşın yorgunluğunu ve sorunun başka türlü okunması gerektiğini işaret ediyor. Ama aynı şekilde Türk halkı da bu yorgunluğun girdabı içinde sonuçta.
Kürtler bu coğrafyanın kadim halkı olarak, bu coğrafyada olan (herkes gibi) haklarını talep ediyorlar. Şu çok açık ki bu taleplerin kamusallaştırılması ve ulus-aşırı alana yaydırılması, Kürt Hareketi’nin inanılmaz mücadelesiyle bu zamanlara geldiği gibi, yeni mücadele de aynı şekilde sivil alanda daha güçlü şekilde tartışmalarla, diyalogla ve anayasal güvencelerle ilerleyebilir.
Sistem karşıtı hareket olarak Kürt siyasal yapısı, Kürtlerin de rıza göstermesiyle, fedakârlık yaparak bu süreci radikal bir şekilde başlattı.
- Bir diğer konu ise fesih kararıyla birlikte mücadelenin bittiği algısı yaratılmak isteniyor gibi. Gerçekten fesihle birlikte 50 yıllık PKK mücadelesi bitiyor mu?
Bir halk hareketi olarak birçok alanda, birçok parçada bulunan ve birçok mücadele dinamiklerinden biri olarak (toplumsal hareket, silahlı hareket, legal siyaset, kültürel hareket, sivil itaatsizlik hareketi, entelijansiya hareketi, vb.) PKK, aynı zamanda bu dinamiklerin tarihi, hafızası ve Kürtlerin toplumsal varoluşunun direniş ocağı haline gelen bir alan olarak artık başka bir evreye geçiyor.
‘Bitmek’ sözcüğü çok basit bit formül sanırım, sistem karşıtı hareketlerde bedensel olarak mücadele dinamikleri değişir. Kürt Hareketi, bir isyan hareketi olarak kurulduğundan beri başka bir siyasal misyonun içine girerek yok olmuyor; kendini fes ederken de kaybolmuyor, yeni mücadelenin dinamikleri içinde kendine yeni alanlar açıyor.
Silahlı mücadele bitiyor ama bu, Kürtlerin özgürlük mücadelesi bitti demek değil. Kendisi de 1990’ların ortasından beri silahlı mücadelenin tıkandığını söyleyen ve şu ana kadar da muhatap bulamayan bir siyasi yapı olarak diyebiliriz ki bu yapı, gelecekte başka bir direnişin ve toplumsal dönüşümün laboratuvarına dönüşüyor.
Bu anlamda, belirli riskler barındırsa da ben olumlu bakıyorum ve umut etmek istiyorum. Bu sorunun herkes gibi öznelerinden biri olarak, barış akademisyenlerinden biri olup hem lince uğramış hem işinden, yerinden edilmeye maruz kalmış herhangi biri olarak sürgün psikolojisinin ne olduğunu biliyorum. Ama yurdundan edilme psikolojisinin Kürtlerin hepsine ait bir durum olduğunu deneyimlediğim için elbette tedirginliklerimiz ve kaygılarımız var.
‘Kürt dilinin kendini güçlü kılma siyasetine yoğunlaşmasının zamanıdır’
Ama diğer yandan, yeni mücadelenin en önemli ilk ayağı, bölgenin tamamen demilitarize (askersizleştirilmesi) edilmesi bu sürece inanılmaz bir katkı sunacaktır. Yerinden edilenlerin evlerine dönüşüne yönelik politik adımların atılması ise, güçlü bir demokratik deneyimle birlikte sivil itaatsizliğin kurulmasını sağlayacaktır.
Sonuçta, silahların gölgesinde konuşmak yerine, sivil ve demokratik alanda Kürt sorunun özgürlük gramerini, Kürtlerin eşit yurttaşlık statüsünü tartışabiliriz. Ve hatta bunu, devletin şiddet, baskı veya denetim katmanlarına rağmen söylüyorum.
Diğer yandan, belki de ısrar edilmesi gereken başka bir alan ise diplomasiyle ve kültürel varoluşun kaynağı olarak işaretlenen Kürt dilinin kendini güçlü kılma siyasetine yoğunlaşmanın zamanıdır. Bu nedenle fesih durumu, hiçbir talebin olmadığı değil, aslında birçok talebin zaten neşredildiği, kazanıldığı ama daha iyi bir konuma getirilmesi için yeni bir mücadele alanının önünü açıyor.
Bu durum, devlet arzulamasa bile ve hatta belki birçok kişinin ‘yenilgi’ diye çok ucuz bir şekilde tanımlamasının ötesinde bir durum. Çünkü şu an, başka bir kuşağın, bir post-PKK kuşağının deneyimlendiği bir zamanın eşiğine geldik.
PKK, bir toplumsal hareket olarak, bir direniş hareketi olarak, bir örgüt olarak, bir kitle hareketi olarak Ortadoğu’yu, Kürdistan’ı ve Türkiye’yi değiştirecek bir kolektif siyasetin bilincini yaratabilecek bir siyasal hat ve kuşak yarattı. Bu nedenle bir şeylerin bittiği anlamına gelmiyor; tersine, adı bile hâlâ konulmamış bir barış süreciyle zorlu bir mücadelenin kapıları aralanıyor.
Sistem karşıtı toplumsal hareketlerde aktörler her zaman mücadele yöntemlerini değiştirir. Yani silah onlar için bir amaç değildi zaten; zorunluluktu. Ve şimdi, bu karşı-șiddet metodunu bırakıyorlar.
‘Kürt hareketi uluslararası bir halk hareketine döndü’
Ayrıca bugün, sanırım 2000’ler sonrası süreçte başlayan güçlü belediyecilik deneyimleri, Türkiye alanında legal siyasetin geldiği noktanın muhalefette üçüncü konum oluşu, Kürt Hareketi kendini feshetse bile başka bir yola kanalize olmasını sağlıyor.
2012’de Rojava’da yaşanan devrim sonrası özerklik ve konfederalizm pratikleri, bugün nasıl ki Suriye’de tek demokratik adres olarak görünüyorsa, Kürt siyasal hareketinin Türkiye’de legal alanda, şiddetsiz bir ortamda alan açacak aşağıdan demokratik atılımın adresi olacağı aşikâr. Bu durum, bütün risklerine rağmen sadece Kürt sorununu çözmeyecek, Türkiye’nin de kendi dinamikleriyle demokratikleşmesini sağlaması açısından önemli.
Tekrarlayalım ki, ne Öcalan’ın dedikleri ne de PKK’nin son 12. Kongre kararları yeni bir durum değil. Bunu Özal döneminde görüşmelere bakarak hatırlayabiliriz. Yani karşımızda şiddete aşık bir örgütten çok, bunu araç olarak kullanmış ve bu mücadelenin aktörü olarak kendini feshetme kararı almış bir oluşumdan bahsediyoruz.
Bu, şu demek değil: 1980 ve 1990’larda yaşananların eleştirel okumadan geçmeyeceği anlamına gelmiyor. Tersine, Kürt sorununun tarihsel konumlanışını ve hafızasını görünür kılmış, şiddeti anti-kolonyal bağlamda araç olarak ele almış bir örgütlenme dinamiğinden bahsediyoruz.
Bildiğiniz üzere, PKK’den önce elbette birçok farklı politik Kürt ulusal deneyimi oldu. 1970’ler deneyimlerinden farklı olarak, sanırım PKK, Kürt tarihi içinde ilk kez bu meselenin konumunu değiştirerek, bunun ulus-aşırı boyuta taşınmasına ve devletler-aşırı bir gerilla hareketi olarak bu sorunsalın kurucu gücü olarak bir toplumsal, politik ve kültürel hafıza oluşturdu.
Bakınız, PDK 60 yıldan fazla süren silahlı mücadelesinin meyvelerini, YNK ile birlikte -yani Kürtlerin statüsünü- 1990’larda Saddam’ın yıkılmasıyla elde etti ve silahsız bir dönemin aralanmasına, Kürdistan’da bir dekolonyal hafızasının oluşmasına katkı sunacak federatif bir oluşuma yöneldi.
Dolayısıyla Türkiye’de Kürt Hareketi, bir örgüt olmaktan çıkıp yarattığı kurumsal, toplumsal, kültürel ve siyasal dinamikleriyle sınır-aşırı ve uluslararası bir halk harekete dönüşürken, aynı şekilde sivil siyasetin yolunu şu an güçlü şekilde açarak toplumsal diyaloğun yolunu döşemektedir.
Fesih süreci, aslında silahların tarafları açısından silahın dışında konuşabilme imkânlarını sorgulamamıza da yardım ediyor. Bu saatten sonra konuşması gereken silah değil, tam da diyalog ve toplumsal barışın etkin olduğu sivil siyasettir.
‘Kürtlerin ilkin kendi içinde ortak mücadele kararı alması önemlidir’
- Kongre metninde özellikle sosyalistlere ortak mücadele çağrısı var. Ortak mücadele imkânı var mı?
Ortak mücadele imkânı her zaman vardı ve elbette var. Asıl sorumuz, Türkiye sosyalistleri buna hazır mı? Sanırım ne zaman ‘yaşasın’ ve ‘kahrolsun’ bir şeyler yerine, yani slogan ajitasyonu yerine, mücadele alanlarına yönelip sokağı barışın ve toplumsal dayanışmanın diline evriltirsek, o zaman ortak mücadele alanı kendiliğinden görselleşecektir.
Bakın Rojava’ya. Ortak mücadele alanı; şiddet, otoriterizm ve faşizm karşısında birçok farklı dinamik ortak hareket ediyor ve hepsi sosyalist vesaire de değiller.
Asıl sorumuz, Türkiye solu kendi milliyetçi ve ulus-devletçi girdabından ne zaman sıyrılacağıdır. Yani Kürdistan’a bakış açısını Misak-ı Milli’ci bir yerden değil, ortak yurttaşlık ve özerklik üzerinden kurarsak, Kürtlerin kurtulmasını da başka bir bahara, devrim sonrasına bırakmayız gibime geliyor.
Şimdi biraz belki tarihsel bir izlekle hareket etmekte fayda var. Yani belki de son radikal isyancı silahlı hareket olarak Kürt Hareketine bakmak gerekir. Oradan acaba ortak mücadele gerçekten söz konusu mu, bunu biraz da alana bırakmak gerekir diye düşünüyorum.
İlkin, Kürtlerin kendi içinde ortak mücadele kararı alması çok önemli ve elbette bu alan Türk, Arap veya Fars demokratlar ve solcularıyla tabii ki etkileşecektir. Ya da diğer türlü söylersek, 1960’lardan beri gelen birçok Kürt siyasal hareketini kapsayan (KUK, Rizgarî, Kawa, DDKO, DDKD, PSK, TKDP, vs.) bir tarih var önümüzde. Ama son 45 yılını alanda PKK ile devam ettiren bir Kürt tarihi bu. Ve bu hafıza içinde de vesselam, bir silahlı mücadelenin sonuna geldik.
Kürt Hareketi, 1970’lerin darbe sonrası ortamında, askeri şiddetle bastırılan, radikalleşen bir kuşağın toplumsal ve siyasal sistem karşıtı hareketlerinin halet-i ruhiyesi içinde doğdu. Aynı Deniz Gezmişlerin THKO’su, Mahirlerin THKP-C’si ya da Kaypakkaya’cıların TİKKO’su gibi (ki Kaypakkaya’nın Kürt sorununun kökenine yönelik analizlerinin hâlâ güncel oluşunu unutmadan), dönemin Kürt kuşağı da UKKTH (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) siyasetinde, Sovyet ve Çin devriminin veya Guevaracı gerillacılığın inanılmaz etkisi altında, Kürdistan halkının anti-kolonyal bağlamda özgürlüğüne inanarak yola çıktı.
‘Solun küresel mağduriyet yaşadığı bir dönemde ‘sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır’ sözünü yeniden kuruyorlar’
Komplo teorilerini bir kenara bırakırsak, Kürt Hareketi, tam da bir yandan Filistin direnişi, bir yandan anti-kolonyal Cezayir veya Vietnam savaşlarının direnişini, içindeki 1968 kuşağının en radikalleşen donanımıyla hem Öcalan hem de diğer yol arkadaşları olan Hakî Karer, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Sakine Cansız, Rıza Altun, Ali Haydar Kaytan, Cemil Bayık gibi daha nice aktörlerin oluşumuyla, aslında Türkiye kentlerinde öğrenci olan bir entelijansiya kuşağının etkisi tarafından yaratıldı. Ve dönemin sosyalist mücadelesinin güçlü etkisiyle, 80 darbesinin vesayet rejiminin etkisi altında sadece Diyarbakır cezaevinde değil; 20.yüzyılın başından beri süregelen ama özellikle 1960 sonrası bütün Kürt dinamiklerinin hafızasının aktarıldığı alanın sonucu olarak ortaya çıktı.
Kürt siyasal hareketi, Kürt alanında etkisi uzun sürecek bir dönüşümün sağlandığı bir yer, bir yuva oldu ve bütün Kürt isyanlarının hafızasının toplamı ve sonucu olarak radikalleşti. Ayrıca Kürt toplumunun kılcal damarlarına kadar yayılmış bir sistem karşıtı silahlı mücadele hareketi olarak dünya sol siyasal alanına dâhil oldu.
Dünyanın belki de sosyo-politik kartografyası en geniş ve enternasyonal sınır-aşırı ağları olan en büyük silahlı örgütlerinden biriydi. Latin Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Uzak Asya’ya kadar; Topraksızlar Hareketi’nden Zapatistalara kadar birçok toplumsal ve siyasal hareketle ilişki içindeydi ve inanılmaz şekilde bugünün güçlü bir halk hareketine dönüştü.
Bu, sosyolojik ve jeopolitik bir olgu, bir gerçekliktir. Ve son elli yılın en çok konuşulan, tartışılan, karşıtlaşılan veya arzulanan bir dinamiği haline geldi. Mesela 2000’lerin başlarında Wallerstein’in derslerinden hatırladıklarım, Kürt Hareketi’nin tam da bir sistem karşıtı hareket olarak kitlesel boyutuyla dikkatli şekilde Avrupalı filozoflar tarafından okunmasıydı.
Yani klasik siyasal Hareket okumalarının çok dışında ele alınması gereken; farklı dönemsel, belleksel ritimleri olan bir sosyolojik olaylar dizgesini barındıran bir bedenden bahsediyoruz. Elbette Wallerstein’in söyledikleri, Terence K. Hopkins ve Giovanni Arrighi’yle ortak yazdıkları kitaplarındaki söylediklerinden farksız değildi.
Özellikle Sovyetlerin yıkılışıyla daha etkinleşen bu okumanın temel analizleri, tarihsel olarak 1789 Fransız Devrimi sonrası ile 1968 arası dönemdeki farklı dinamikleri analiz ederken, bence birçok haliyle Kürt Siyasal Hareketi’ni de kapsıyordu. (Sınıfsal mücadelenin özgürlüğü) -Ki o dönemde dersinde Kürt Hareketi’ni izlemekteydi. Sistem karşıtlığı hareketlere dair sunduğu analizlerinden edindiğim çıkarım en açık anlamıyla şuydu:
Sistem karşıtlığının en temel dayanaklarından birisi (burada kapitalist sistemden bahsediliyor), hâkim siyasi kurumları eleştiren bireylerin, grupların veya siyasi hareketlerin konumlanışında sundukları alternatif modellerdir.
Bu yüzden PKK gibi siyasal bir kitle hareketini analiz yaparken iki türlü ele almakta fayda var: Hem sistem karşıtı bir silahlı mücadele hareketi olarak hem de toplumsal hareket olarak. Çünkü bu dinamiğin bulunduğu alanlarda bir toplumsal projesi de var.
Bir anti-sistemik hareket olarak Kürt Hareketi, klasik anlamda sadece UKKTH içinde okunabilecek bir dinamik değil. Mesela sömürge sistemi hakkında sınıfsal analitik bir bakışı olmasına rağmen, bir dizi anti-sistemik önerileri de olan, kurucu bir iktidar biçiminde ilerleyen ve tarihsel kapitalizmin dünya sisteminin geldiği noktada da ciddi eleştirileri bulunan sosyalist gelenekten bir hareket.
Bu nedenle ‘insanda ısrar, sosyalizmde ısrardır’ söylemini yeniden kuruyorlar, hem de solun bu kadar küresel mağduriyet yaşadığı ve güçlü söz kuramadığı bir çağda.
‘Türk solunun ortak mücadele için ‘abilik’ dilinden vazgeçmesi gerekiyor’
Bu biçimiyle, sadece Osmanlı’dan beri gelen bir hafızanın eşiğindeki direnişi (serhildanları) örgütlememiş veya Kürt halkına sadece politik bilinç taşımamış, aynı zamanda uzun erimli bir ulusal direniş mücadelesini kendi çeperinden koparıp ulus-aşırı bir hale getirerek Kürt alanlarında küresel politik meselelerin toplumsallaşmasına katkı sunmuştur.
Bugün Kürdistan’ın birçok alanında eğer kadın hareketi bu kadar güçlüyse veya ekolojik tartışmalar yoğun şekilde hayatımıza sızmışsa, özerklik, demokratik belediyecilik deneyimleri, kültürel faaliyetler, felsefi önemli tartışmalar (bunu sadece ben demiyorum, Chomsky, Negri, Graeber, Hardt, Zizek de söylüyor) sadece Kürt ulusal alanında kalmayıp dünyaya açılmışsa, hak verirsiniz ki bunda Kürt Hareketi’nin çok güçlü etkisi vardır.
Kürt Hareketi, ısrarlı şekilde Sovyet ve Çin deneyimlerinden gelse bile, onları sert şekilde eleştirmesi, onu başka türlü bir sistem karşıtı ve anti-kapitalist alana götürmüştür. Örneğin, Rojava’ya sunduğu devrimci dönüşüm arzusu, dünya soluna sunduğu inanılmaz katkıyla hâlâ etkisini sürdürüyor.
Rojava alanında, Baas diktasından kurtulmuş bölgelerde kurucu bir iktidar ağıyla kurduğu bütün toplumsal dinamiklerle gelişen diyalog, özgürleşme, kendi kendini yönetme fırsatı, bize bu siyasetin çoklu aurasını gösteriyor. Bu da elbette, ortak diyalog ve mücadelenin ancak eşit ve ortak paydalarda hareket etmekle mümkün olduğunu gösteriyor.
Türkiye solunun çok açık bir şekilde, büyük kesiminin ortak mücadele için eşit alanlarda kurulacak müştereklikler için kesinlikle kendi ‘abilik’ dilinden vazgeçmesi ve Kemalizm, Stalinizm gibi birçok ideolojik durumla yüzleşmesi gerektiği pek açık gibime geliyor. Elbette eleştirilecek pek çok noktası var hem Kürt Hareketi’nin hem de Türkiye solunun. Ancak her halükârda şu çok açık ki, Kürt Hareketi pek de sıradan bir hareket değil. Yani onu sadece silahlı mücadele hareketi olarak okuyamayacağımız ortadadır.
Ekim 2024’te Bianet’teki röportajında Michael Hardt şunu demekteydi; bu sanırım sorunuza katkı sunabilir: ‘Kürt hareketi, dünya genelindeki hareketler için bir ilham kaynağı.’ Bunu öylesine demiyor ve sadece o değil, Murray Bookchin, David Graeber, Antonio Negri gibi isimler de vefatlarından önce; Slavoj Zizek ise farklı zamanlarda dile getiriyor.
Burada bazı aşırı oryantalist kapmaları, aşırı yorumsal eleştirilerin riskini göze alarak, Kürt siyasal hareketinin bu küresel ağının ilk seri direniş biçimi olan asiliğinin tohumlarının ekildiği Kürdistan’ın çok ötesine ulaştığını söylemeye çalışıyorum.
Ve Kürt alanındaki kendi örgütlü devrimci potansiyelinin dışında, Rojava’da ve aslında Bakur’da da toplumsal/ zihinsel bir devrim gerçekleştirmiş, toplumsal barış projesini sunabilen veya toplumsal sözleşmeyi somutlaştırmış ve bunun ikinci adımı olan uluslararası dayanışmayı genişletebilmiş, felsefi ve siyasi katkıları konumlandırmamızı sağlayan bir sentezi oluşturabilmiş bir dinamikten bahsediyoruz.
Yani dağlar, 1990’larda klasik bir gerilla merkeziyken ve Marksist-Leninist ideolojiye sahipken, dünyanın dönüşümünü iyi okuyan ve bu değişim içinde savaşan, emekçilerin gücünü dikkate alarak bir toplumsal sözleşme gerçekleştirmiş; yüzden fazla belediyecilik, eş başkanlık gibi eşitlikçi bir gücü kurabilen bir yapı bu.
1990’ların UKKTH analizlerine yaslanan, Sovyetler’deki gibi iktidarı ele geçirmeye çalışan avangart bir grup/parti değil; bunun ciddi eleştirilerini vermiş, artık bir sistem karşıtı kitle hareketi veya geniş yelpazesi olan bir toplumsal direniş hareketidir. Şu an ise silahlı ayaklanmadan, isyancı bir direniş örgütü olmaktan bir adım öteye geçerek, silahları bırakan, muhatap arayan bir toplumsal dinamiğe dönüştürmüştür.
Şu gerçek ki bu deneyimler, -özerk komün ve komünler için bölgesel koordinasyon organlarını yaratma kapasitesine sahip olmak (Rojava ve belediyecilik), demokratik paylaşımcı yönetim konseyleri kurmak- önemli ölçüde yaygınlaştıkça, aslında PKK’nin kendini feshetmesi arasında ilişkisellik var.
Sivil deneyimlerin, kooperatiflerin veya kültürel çalışmaların çoğalması ve 1990’lara göre daha güçlü bir siyasal bilincin kamusal alanda ve toplumda daha canlı oluşu; geri kazanılan Kürt alanlarındaki birçok farklı siyasal tecrübe (kadın hareketi, kolektif çalışma biçimleri, yerel yönetimler, mahalle örgütlenmeleri, vs.) sayesinde, hatta mesela Rojava’da kendi adalet, arabuluculuk veya hapishaneye başvurmadan toplumsal diyaloğun kurulmaya çalışılması, sağlık ve alternatif pedagoji üzerinden ilerleyen eğitim sistemini geliştirilmesi, aslında bu dönemde pesimizm yerine umut veren kodlar demeliyim.
‘Kürt Hareketi’nin sorunu sınıf üzerinden kurması, Türk solunu kemalizmin etkisinden kurtaracaktır’
- Ortak mücadele alanları derken Kürt hareketi artık farklı alanlarda da kendi gücünü, dinamiğini gösterecek mi sizce?
Elbette, işte bu kapasite var demeye çalışıyorum. Eklemek isterim ki, ortak mücadele alanı sadece Kürt sorununu tanıyanlarla ilgili değildir. Ona göre konumlanış önemli olmakla birlikte, siyasetin kurulmasını (anti-ırkçı, anti-faşist ve radikal demokrasi) üzerinden yürütülecek müşterek dil ve dayanışma alanı, Kürt direnişini başka bir boyuta götürebilir.
Örneğin, kadın cinayetleri, ekolojik tahribat, emek sömürüsü ve işçi ölümleri, Kürt sorununun kolonyal bağlamıyla ele alındığında; Kürt sorununun da egemenler karşısında bir sınıf sorunu olduğu kanıksanabilir ve buna göre ortak mücadele kurulabilir. Yoksa açıkçası, Kürt sorununu devrim sonrasına ertelemiş ve hâlâ Kürt sorununu bir halkın özgürlük meselesi olarak okuyamayan dinamiklerin, gelecekte kurulacak ortak diyalog ve yaşamaya dair söz sahibi olabileceğini pek sanmıyorum.
Klasik anlamda Ortodoks bir sol dinamiğin; kadın, ekoloji, toplumsal cinsiyet, Kürt sorunu, soykırım hafızası veya diğer mikro kimlikler gibi olgularla birlikte konumlanışı ve bunu elbette sınıf meselesi üzerinden kurup (Stalinist veya Maoist deneyimler anlamında demiyorum, yeni bir sınıfsal okuma gerekliliğini vurguluyorum) gelecekte değil, şu anda olması gereken bir mücadele ve müdahalede bulunması, sanırım yeni müşterekliğin önünü açabilir. Aynı zamanda bu yaklaşım, Türk solunun sağ, nasyonal sosyalist veya Kemalist çizgiden uzaklaşmasına da katkı sunacaktır.
Yani, 19 Mayıs’ın aynı zamanda Pontuslu Rumların katledildiği bir tarih olduğunu görebilecek bir sol yüzleşmeden bahsediyorum. Keza alanda olan aşırı milliyetçi, reaksiyoner okumalar ve hâlâ bölünme paranoyası olan bazı sol eklemlenmeler buna izin vermiyor.
Mesela her gün kadın cinayetleri korkunç boyutlarda artıyor. Kürt coğrafyasında bir sürü şiddet mekanizmasının altında devletin paramiliter güçleri (korucular) veya kolluk güçlerinin izleri ortaya çıkıyor. Rojin Kabaiş cinayetinde olduğu gibi üniversiteli genç kadınlar kaçırılıyor, katlediliyor; çocuklar öldürülüyor.
İşte belki de yeni dönemin, yeni siyasetinin dili, bu alanların hepsi için bir mücadele geliştirmek ve örgütlemeyi buradan, sokaktan oluşturarak buna karşı bir güç kurmaktır. Hak, yüzleşme ve adalet arayışını sokaktan meclise doğru veya yerel yönetimler bazında ve elbette sokaktan kurmak gerekiyor.
Yani bir dekolonyal direniş süreci, Türkiye Kürt alanında sorunun konumunu değiştirecek ve çok açık ki, solu da bu anlamda hak ettiği isyancı, kurucu özne konumuna kavuşturacaktır. Ve tabii ki, bu direniş alanının yeni hafızası üzerinden örülmesine katkı sunacaktır.
‘Devlet adalet dağıtıcı değil, adaletin sağlanmasında araç olmalıdır’
Diğer yandan bakınız, devletlere güvenmeyen biri olarak sadece entelektüel kimliğimle konuşmuyorum; Kürtlerin Ortadoğu alanında çok ciddi değişimlere gebe bir toplumsal demokratik proje ürettiklerini söylemeliyim. Kürt Hareketi’nin buna katkısını tekrarlamaya gerek yok sanırım. Rojava’nın devrim sonrası ‘Toplumsal Sözleşmesi’ bu deneyimden doğdu; sadece ona bakmak bile yeterli.
Ondan belki de bu sürece sadece Türkiye dinamikleri değil, Suriye ve Irak da dahil edilmeli. Bu sürecin yapıcı ve onarıcı olabilmesi için elbette devletin belirli hukuki adımları şu an atıp yasal güvenceyi oluşturması gerekir ki, onarıcı bir adaletin harekete geçirilmesiyle toplumsal barışın en önemli ayaklarından biri olan birçok konuda yüzleşme sağlanabilsin.
Yani demek istediğim, ilkin en önemli süreçlerden biri olan Abdullah Öcalan ile diğer bütün siyasi tutsakların serbest bırakılmasıdır. Bununla birlikte yine önemli aktörlerden biri olan Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve tüm diğer legal siyasetin siyasi tutsaklarının özgürlüğünün sağlanması gerekir ki, sürecin kendisi politik olarak kurucu bir dinamiğe dönüşebilsin.
Kürt sorunu, Türkiye’de sadece bir şiddet aracının bırakılması sorunu değil; devletin veya sömürge aygıtlarının politik, sembolik veya inkâr edici şiddet parametrelerinin lağvedilmesi, tanınma ve eşit yurttaşlık hakkı çerçevesinde Kürtlerin özerklik taleplerinin dikkate alınmasıdır.
Ondan belki de ilkin dilden başlamak, barışı dilde örmek lazım ki 2015 öncesi sürece dönülmesin ve Kürtleri, onların Kürt siyasal hareketinin aktörlerini damgalayan ‘terörizm’ dilinden ve ayrıştırıcı, üstenci bu üsluptan sıyrılmak elzemdir.
O nedenle meseleye eğilmeyen, tekrar edici ırkçı dilden sıyrılmayan, kolonyal aygıtların aparatı olan güvenlikçi mekanizmalardan vazgeçmeyen herhangi bir yaklaşım zarar verici olacaktır. Bu süreci daha güçlü ve onarıcı kılacak tek şey, adaletin Kürtlerin istekleri üzerinden sağlanmasıdır.
Devletin adalet dağıtıcı olması değil; adaletin sağlanmasında sadece araç olmasıdır gerekir. Adalet, ancak taleplerin karşılanması ve yüzleşmeyle elde edilecek bir durumdur.
HABER MERKEZİ