‘Yaralı bütünlük’ saptaması ile ‘stratejik inşa’ çağrısı arasında diyalektik bir bağ vardır. Bütünlüğün yeniden sağlanabilmesi, yalnızca etik bir farkındalıkla değil, aynı zamanda örgütsel ve stratejik bir irade ile mümkündür
Sinan Cudi
İran-İsrail savaşının ve olasılıkların yoğunca tartışıldığı bir düzlemde daha derin bir düşünüşe ihtiyaç var. Çünkü Ortadoğu’da yankılanan her silah sesi, yalnızca bir cephe savaşını değil aynı zamanda tarihle, kimlikle ve gelecekle yürütülen derin bir mücadelenin tezahürünü ifade ediyor. Hele hele bu mücadele dönüp dolaşıp Kürtlerin kimliğine ve siyasi tercihlerine gelip dayanıyorsa…
Bu coğrafyada özellikle de Kürt halkı için siyaset, yaşamın en çıplak haliyle yani doğrudan varlıkla ve ölümle iç içe geçmiş bir varoluş sahnesidir. Önder Abdullah Öcalan’ın savunduğu Demokratik Siyaset modeli de tam bu kesişim noktasında, devletli modernitenin parçaladığı, öznesizleştirdiği, manipüle ettiği toplumsallığı yeniden inşa etme çabası olarak karşımıza çıkar. Bu çaba, modernitenin kırılganlaştırdığı kolektif hafızayı, etik bir yaşam ve özgür bir topluluk tahayyülüyle yeniden örgütlemeye girişir.
Abdullah Öcalan, demokratik siyasetin taşıyıcısı olan toplumsal yapıların “yaralı” “eksik” niteliğine dikkat çeker. ‘Yaralı olmak’ yalnızca geçmişten taşınan travmaların mecazı değil, aynı zamanda bugünün siyasal, kültürel ve epistemolojik bölünmüşlüklerinin içkin bir tanımıdır. Yaralı toplumlar, hem sömürgeleştirici sistemlerin hem de ulus-devletin homojenleştirici zorunun etkisiyle kendi öz deneyiminden kopartılmış, kendine yabancılaştırılmış bir haldedir. Bu yaralanma hali, siyasetin asli öznesi olan topluluğun, kendi kaderini tayin edebilecek kudretini de zedeler. Yani burada söz konusu olan, yalnızca fiziksel veya tarihsel bir yara değil; epistemik, etik ve stratejik bir bütünlüğün kaybıdır.
Demokratik siyaset bu anlamda, yalnızca bir temsiliyet sistemi değil; toplumun parçalanmış, eksilmiş, sindirilmiş parçalarını birleştiren, onları etik ve politik bir organizmaya dönüştüren bir iyileştirme sürecidir. Ancak bu, sadece bir iyileştirme değil, aynı zamanda bir yeniden kurma, bir etik yeniden doğuş meselesidir.
Demokratik siyasetin başarısı, yalnızca soyut ilkelere bağlı kalmakla değil; aynı zamanda mevcut egemen sistemin boşluklarını, çelişkilerini ve çatlaklarını okuyarak, onlara müdahale edebilmekle mümkündür. Burada öne çıkan kavram ‘stratejik inşa’dır. Öcalan, demokratik siyasetin hem etik bir sorumluluk alanı olduğunu hem de var olan hegemonik yapıların karşısına yeni bir güç alanı olarak konumlandırılması gerektiğini belirtir. Bu, pasifist bir ütopyadan çok daha fazlasıdır; gerçekliğe müdahale eden, güçle ilişkisini yeniden tanımlayan bir devrimci yönelimi ifade eder.
İşte bu noktada demokratik siyasetin ikili karakteri öne çıkar: Bir yandan etik-politik bir özneleşme süreci, diğer yandan da reel güç dengeleri içerisinde taktiksel ve stratejik bir pozisyon alış. Bu ikili doğa, onu hem devrimci hem de kurucu kılar.
Demokratik siyaset, yalnızca devleti ele geçirme veya yönetme arzusundan ibaret değildir. Aksine, devletin tüm yapısal kurgusunu aşan, onu gereksizleştiren, toplumun kendi kendini örgütleme kapasitesine dayanan yeni bir yaşam tarzı önerir. Bu nedenle, demokratik siyaset özünde ‘iktidar’ı değil, ‘öz yönetimi’ hedefler.
Ne var ki, bu yönelim bir boşlukta gerçekleşmez. Özellikle Ortadoğu gibi sürekli savaş ve hegemonya mücadelesiyle örülü alanlarda, demokratik siyaset aynı zamanda askeri, diplomatik ve toplumsal mücadele düzeylerinde de var olmak zorundadır. Burada Öcalan’ın yaptığı müdahale çok kıymetlidir: O, demokratik siyaseti bir ‘denge unsuru’ olarak değil, hegemonik sistemin karşısında yeni bir ‘merkez’ olarak tarif eder. Bu merkez, mevcut merkeziyetçiliğe karşı yerel-demokratik merkezlerin çoğulluğuyla kurulur. Dolayısıyla bu siyaset, çok merkezli, çok katmanlı ve çok dilli bir varoluş biçimidir.
‘Yaralı bütünlük’ saptaması ile ‘stratejik inşa’ çağrısı arasında diyalektik bir bağ vardır. Bütünlüğün yeniden sağlanabilmesi, yalnızca etik bir farkındalıkla değil, aynı zamanda örgütsel ve stratejik bir irade ile mümkündür.
Bugün Kürt halkı ve diğer ezilen topluluklar için bu ikili yönelimin hayati önemi vardır. Bir yandan tarihsel olarak maruz kaldıkları parçalanmanın, dışlanmanın ve inkarın farkında olup buna karşı etik bir yeniden inşa süreci yürütmek, diğer yandan bu süreci mevcut sistemin içinde kendine alan açacak biçimde stratejik olarak örmek. Bu anlamıyla demokratik siyaset bir ‘yol’ değil, bir ‘çift yönlü yürüyüştür’. Hem kalbe hem akla, hem duyguya hem stratejiye, hem geçmişin yarasına hem geleceğin tasarımına dokunur.
Ancak tüm bu süreçte, kritik olan bir şey daha vardır: Demokratik siyasetin kendini bir ahlak politikası olarak örgütlemesi. Bu, yalnızca “iyi insanlardan oluşan” bir cemaat değil her bir ferdin kendi eyleminin sonuçlarıyla yüzleştiği, sorumluluğu devretmeyen, iradesini başkasına teslim etmeyen bir kolektif aklın ve vicdanın tesisi anlamına gelir. Bu yüzden demokratik siyaset, toplumu yalnızca yönetmez; onu yeniden inşa eder. Yeni bir hafıza, yeni bir dil, yeni bir ahlak yaratır.
Devletin dışında kalan, onun tanımadığı, görmediği, bastırdığı her ses için bu model bir yeniden diriliş, bir varlık manifestosudur. Yaralı bedenler bir araya geldiğinde, birbirine dokunduğunda ve konuştuğunda, yalnızca geçmişi iyileştirmezler; geleceği de birlikte kurarlar.