• İletişim
  • Yazarlar
  • Gizlilik Politikası
26 Haziran 2025 Perşembe
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
ABONE OL!
GİRİŞ YAP
Yeni Yaşam Gazetesi
JIN
  • Anasayfa
  • Gündem
    • Güncel
    • Yaşam
    • Söyleşi
    • Forum
    • Politika
  • Günün Manşeti
    • Karikatür
  • Kadın
  • Dünya
    • Ortadoğu
  • Kültür
  • Ekoloji
  • Emek
  • Yazarlar
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Tümü
  • Anasayfa
  • Gündem
    • Güncel
    • Yaşam
    • Söyleşi
    • Forum
    • Politika
  • Günün Manşeti
    • Karikatür
  • Kadın
  • Dünya
    • Ortadoğu
  • Kültür
  • Ekoloji
  • Emek
  • Yazarlar
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Tümü
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Yeni Yaşam Gazetesi
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Ana Sayfa Yazarlar Muhammed İnal

Dini Diyanet’ten kurtarmak

25 Haziran 2025 Çarşamba - 00:00
Kategori: Muhammed İnal, Yazarlar
İslam’ın şartı gerçekten kaçtır?

“Her kim idarecileri hoşnut etmek için Allah’ın rızasına aykırı biçimde konuşursa, Allah’ın dininden çıkmıştır.” (Hazreti Muhammed)

“O halde artık zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…” (Bakara 193)

Bir süre önce Diyanet İşleri Başkanlığı’na Kur’an meallerini inceleme ve “İslam’ın temel niteliklerine aykırılık teşkil edecek” olanların toplatılması ve imha edilmesi yetkisi veren yasa iktidarın oylarıyla Meclis’ten geçti. İlk başta “dini bir kurum” olan Diyanet’in dini alana ait bazı “normları” belirlemesinin ve kendi tabiriyle İslam’ın temel niteliklerine aykırılık teşkil eden meallere/yorumlara izin vermemesinin doğal olduğu algısı oluşmuyor da değil.

Ancak iki kavrama şerh koyduğumuzda, bu girişimin kendisinin bizatihi İslam’ın temel niteliklerine aykırı olduğu ortaya çıkar. Birincisi; İslam’a göre Diyanet İşleri Başkanlığı “dini bir kurum” değildir, zira o bir “devlet kurumu”dur. İkincisi; İslam’da kilise yapılanması gibi, her tür teokratik yapı gayri- meşrudur ve bu iddiadaki hiçbir kurum veya şahsın veya cemaatin İslâm adına “norm koyma/ norm belirleme” yetkisi yoktur ve bu nedenle üçüncüsü; Diyanet İşleri Başkanlığı sadece dini bir kurum olmamakla kalmaz, İslam’a aykırı ve hatta İslam-dışı bir kurumdur. Zira Hazreti Muhammed, bundan 1440 yıl önce “İslam’da ruhbanlık (sınıfı ve kurumu) yoktur” diyerek her tür tekelci ruhbanlık dayatmalarını İslam- dışı ilan etmişti. Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilen yetki eliyle devlet, din ve onun asli kaynağı olan Kur’an-ı Kerim üzerinde tekel kurmakta, tahakküm etmek istemektedir. Böylece dini- İslam’ı kendisine bağlamaktadır.

Bu girişim tarihte yeni bir olgu da değildir. Tarihte bütün iktidarlar/devletler, özellikle dini alanı kendilerine bağlamak ve din alanında norm koyucu yetkiyi kendilerinde tekelleştirerek iktidarlarını/saltanatlarını perçinlemek istemişlerdir. Sümer Ur hanedanlığı döneminde Naram-Sin’in, bütün tapınakları kendine bağlayıp önce kendisini baş rahip, ardından tanrı-kral ilan etmişti. Antik Mısır’da firavunlar, Ra dininin baş rahipleri ve hatta yeryüzündeki tanrı olarak kabul edilmekteydi. Daha sonraki bütün saltanatlar-devletler, dini kendilerine bağlayacak girişimlerde bulundular. Bu kurumlar vasıtasıyla resmi din (veya ideolojik) normlarını belirleyip dayattılar. Ortaçağ Avrupa’sında kilisenin bu çabası dehşetli engizisyon sürecine yol açtı. Kilise, Hristiyanlığın tek temsilcisi/ kurumu ve norm koyucu yetkesi olarak, bu normların dışına çıkan  “yorumları” sapkın (heretik), dinden çıkmış, şeytanın ayartması olarak mahkum etti, milyona varan insanları işkencelerle yakarak katletti.

İşte Bakara 193’te, dinin bu tür kurumların sultasından kurtarılması ve Allah’a has kılınmasına işaret edilmektedir.

Bu tarihsel gerçeği İslam tarihinde de görmekteyiz. Kur’an her manada dini çoğulculuğu ve inanç hürriyetini esas aldı. “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara -256) “Eğer Allah dileseydi, bütün insanlar iman ederdi. Öyleyse sen insanları zorla iman etmeyi mi zorlayacaksın?” (Yunus-99) Dini tebliğin sınırları ise net olarak, insanlara en güzel şekilde anlatmak olarak belirlenirken, bunun ötesinin zorbalığa gireceği noktasında sert bir uyarı yapılır: “Sen sadece Kur’an ile uyar! Çünkü senin görevin uyarıdır. İnsanların üzerine musallat olan bir despot (museytir) değilsin.” (Ğaşiye 21-22)

İslam’ın kendi içinde de yorum çoğulculuğu esas alındı. Kutsal bir metin olan Kur’an, “7 harf”; 14 kıraat (okuma) üzerine “farklı” okumalara izin veren bir yapıdaydı. Ve bu bizzat peygamber tarafından teminat altına alınmıştı. Kendisi hayatta iken, kimi sahabelerin farklı yorumlarını “ümmetimin alimlerinin ihtilafında rahmet vardır” diyerek desteklemişti.

Bu nedenle İslam’ın toplumsal yasa metodolojisi anlamına gelen İslam şeriatı ve buna dayanan fıkhı, ilk oluşum anından itibaren, özellikle Kur’an ve peygamberin teşvikiyle hem diğer inançlara karşı hem de kendi içinde fikir çoğulculuğunu teşvik eder nitelikte idi.

Ancak kuruluştan sonra, İslam toplumunda da temel çatışma, İslam’ın özgürlükçü- çoğulcu yorumu ile din üzerinde tekel kurarak kendi yorumunu tek norm olarak dayatan saltanatçı-İslam arasında gerçekleşti. Sıffin savaşında Hazreti Ali’nin saflarında yer alan Ammar bin Yasir’in Muaviye’ye karşı “Bir Zamanlar bu Kur’an’ın inmesi (ve sizin onu kabul etmemeniz b.n.) nedeniyle sizinle çatışıyorduk. Bugün ise yorumu (te’vili) nedeniyle çatışıyoruz” sözü bunu güzel açıklar.

Emeviler, anti-İslam bir yapı olarak hakim olduklarında saraya kapılanmış birkaç alim dışında neredeyse bütün İslam alimleri (Şiiler, Hariciler, Ehli sünnet imamları) Emevilerin zorba siyasetine karşı dini bir direniş içinde oldular.

Bugün Diyanet’in zorla bir “devlet mezhebi” haline dönüştürmeye çalıştığı Hanefiliğin kurucusu Ebu Hanife (ölümü 767) önce Emevilere, sonra Abbasilere ve onların tek yorumu hakim kılma çabalarına karşı en büyük mücadeleyi hayatı pahasına vermişti. Ebu Hanife, Emevilerin “üzerine imza atmadığın hiçbir kanun yürürlüğe girmeyecek, sen izin vermeden devlet hazinesinden tek kuruş harcanmayacak” tarzında geniş yetkilerle donatılmış “baş kadılık” teklifini net bir şekilde “eğer benden mescidin kapılarını saymak (yani sayısının kaç olduğunu söylemek) gibi sıradan bir iş isteseler, yine kabul etmem” diyerek reddetti, bu nedenle uzun süre zindanda işkence gördü. Daha sonra Abbasilerin benzer teklifini reddettiği ve Abbasilere karşı Şii imamların isyanlarını desteklediği için Abbasi zindanlarında işkenceyle katledilecekti. Malikilik mezhebinin kurucusu İmam Malik, Abbasi sultanının kendi kitabını (Muvatta’yı) resmi görüş olarak kabul edip diğer yorumları yasaklama önerisini net bir dille reddetmiş; bu nedenle ihtiyar haliyle işkence görmesine rağmen geri adım atmamıştı. İmam Şafii de, benzer işkenceli baskılara rağmen iktidarın payandası olmayı reddetmiş ve ömrünü sürgünde geçirmişti.

Ancak daha sonraki süreçte fıkıh mezheplerinin devamcılarının, kurucuların bu onurlu tavrından uzaklaşarak iktidarlara yaklaşmaları ve eklemlenmeleri, İslam toplumlarının zayıflamasının ve durağanlaşmasının temel sebebidir. Ebu Hanife, Emevi- Abbas zindanlarında işkence ile katledilmesine rağmen, öğrencisi Kadı Yusuf, Abbasilerin kadılık teklifini kabul ederek ve o tarihten sonra Hanefilik, birçok devletin/ sultanın resmi mezhebi olacaktır.

Osmanlı’da da bu girişim ve çatışma uzun süre devam etti. Uzun dönemler padişah, sadece başkentte sınırlı bir hukuki/ fıkhi denetim-güç sahibiydi. Ayrıca Kürdistan, Arabistan, Kuzey Afrika ve benzeri yerlerde Şafiilik, Malikilik, Hambelilik veya Alevilik gibi birçok mezhep mensubu bulunduğundan ve oldukça esnek bir otonom eyalet sistemi olduğundan tekçi mezhep dayatması etkili olmadı. Ancak 19. yüzyıl başlarından itibaren imparatorluk batılı tarzda merkezileşmeci politikalara yöneldi, idari ve hukuki/fıkhi özerklikler lağvedildi. Bunun sonucu olarak İslam şeriatını/ fıkhını tekleştirme ve kanunlaştırma/ devletleştirme politikaları devreye konuldu. Türk İslamcılığının pek övünçle bahsettikleri ”Mecelle”, devletleştirilmiş Halifeliğin katı bir yorumunun devletin resmi yorumu olarak benimsenmesi idi. 1868’de Divanı Ahkamı Adliye ve 1879’da Adliye Nezareti kuruldu. Kadıların hepsi devlet memuru statüsüne alındı. Mecelle, Fransızların 1804 tarihli “Napolyon kodu” olarak anılan jakoben ulus- devlet anayasasının bir taklidi niteliğinde idi. Şafiilik başta olmak üzere diğer mezhebi yorumların bastırılması ve Kadı Ebu Yusuf’tan bu yana iktidarla uzlaşan Hanefiliğin tek mezhep olarak dayatılmasıydı. Diyanet işleri Başkanlığı da işte bu yaklaşımın ürünü olarak, cumhuriyetin kuruluşunda devletin bir kurumu olarak kuruldu.

Devlet her zaman bir tahakküm aracıdır. Hayatın her anı üzerinde ve özellikle toplumun temel zihniyet kurumu olan din üzerinde de tahakküm kurmak amacındadır. Devletin hukuku, tek normu mutlak olarak hakim kılmak ister. Din, devletin bir kurumuna dönüştürüldüğünde, dini temsil iddiasında olan kilise veya Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar, dini yorumlar üzerinde baskı kurmak ve devletin uygun gördüğü tekçi bir yorumu zorla dayatmak ister.

Şunu kesin olarak belirtebiliriz ki Muhammed’i İslam geleneği, özellikle de Kur’an yorumu (tefsir, meal-te’vil) geleneği anlam çoğulculuğunu esas aldı. Devletçi totaliter yaklaşım ise fikir ve yorum çoğulculuğunu bir tehdit olarak algılar, her şeyi belirleyebileceği tek yorumu herkese zorla dayatır. “Geleneksel alim ise, kusursuz bir kesinliğin insan doğasına aykırı bir şey olduğunu bilerek sınırları açık olan çoğulcu bir Kur’an metnini ilahi bir hediye olarak şükranla benimser”. (Thomas Bauer, Müphemlik Kültürü ve İslam, sayfa 73- 2. basım- Çev. Tanıl Bora, İletişim yayınları İstanbul 2019)

Sonuç olarak: Diyanet İşleri Başkanlığı, kutsal kitap Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in sünnetine aykırı ve karşıt bir tutum içerisindedir. Samimi dindarların esas görevi, Allah’ın dinini, Allah’ın kelamını devletin ve Diyanet’in tasallutundan kurtarmaktır.

 

 

PaylaşTweetGönderPaylaşGönder
Önceki Haber

İstanbul konferansı ve yaptığı çağrışımlar

Sonraki Haber

Ontolojik, sayısal ve politik ufuklar üzerine bir deneme

Sonraki Haber
Ontolojik, sayısal ve politik ufuklar üzerine bir deneme

Ontolojik, sayısal ve politik ufuklar üzerine bir deneme

SON HABERLER

Qamişlo’da binlerce kişi Abdullah Öcalan için yürüdü

Qamişlo’da binlerce kişi Abdullah Öcalan için yürüdü

Yazar: Yeni Yaşam
25 Haziran 2025

Amed’in 5 ilçesinde Demokratik Toplum Buluşması: Abdullah Öcalan’a güveniyoruz

Amed’in 5 ilçesinde Demokratik Toplum Buluşması: Abdullah Öcalan’a güveniyoruz

Yazar: Yeni Yaşam
25 Haziran 2025

Ahmet Kaya’dan Tahir Elçi’ye, Pervin Chakar’dan Amedspor’a

Altı Gün Savaşları’ndan İbrahimi Anlaşmalar’a: İsrail’in Ortadoğu stratejisi ve Türkiye

Yazar: Yeni Yaşam
25 Haziran 2025

Öcalan’ın sosyalist perspektifini anlamaya çalışmak

Öcalan’ın sosyalist perspektifini anlamaya çalışmak

Yazar: Yeni Yaşam
25 Haziran 2025

Bir bilgeye vefa kitabı

Şarkıların dostluğu

Yazar: Yeni Yaşam
25 Haziran 2025

Cin şişeden çıkınca

‘İstanbul’da faşizm varsa…’

Yazar: Yeni Yaşam
25 Haziran 2025

Yalnız ekonomi mi?

Ortadoğu’da barış zor

Yazar: Yeni Yaşam
25 Haziran 2025

  • İletişim
  • Yazarlar
  • Gizlilik Politikası
yeniyasamgazetesi@gmail.com

© 2022 Yeni Yaşam Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

E-gazete aboneliği için tıklayınız.

Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Tümü
  • Güncel
  • Yaşam
  • Söyleşi
  • Forum
  • Politika
  • Kadın
  • Dünya
  • Ortadoğu
  • Kültür
  • Emek-Ekonomi
  • Ekoloji
  • Emek-Ekonomi
  • Yazarlar
  • Editörün Seçtikleri
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Karikatür
  • Günün Manşeti

© 2022 Yeni Yaşam Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır