Orta Doğu yine yanıyor; eski haritalar üzerinde yeni savaş senaryoları çiziliyor. İsrail’in son dönemde ardı ardına gerçekleştirdiği ölümcül hava saldırıları; Batı’nın, kimi açık, kimi maskelenmiş desteğiyle yürütülen kuşatma ve izole etme politikaları Tahran’ı bir kez daha hedef tahtasına yerleştirdi.
Ancak asıl soru şu: İran’ı bu kırılgan eşiğe sürükleyen şey yalnızca bu dış saldırılar mı? Cevap basit ve yalın: Hayır. Derindeki fay hatları, Kürt sorunu başta olmak üzere yıllardır biriken iç sancılar ve çözülmemiş yapısal sorunlar, bugün dış baskılarla birleşip tablonun gerçek rengini ortaya seriyor.
İran, yıllardır içine düştüğü derin bir sosyoekonomik ve siyasal krizin pençesinde kıvranıyor. Bu krizin kaynağı dışarıda değil içeride. İsrail’in füzeleri değil, İran rejiminin kendi halkına yönelttiği baskı, kendi iç çelişkileri ve çözümsüzlüğü bugün yaşanan dağılmanın asıl nedeni.
Teokratik yapının, farklı düşüneni düşmanlaştıran siyaset tarzının, halkın taleplerine kör ve sağır kalmasının ağır bir faturası var. İran, artık yalnızca ekonomik olarak değil, moral olarak da tükenmiş bir toplum haline geldi. Gençler umutsuz, kadınlar öfkeli, işçiler yorgun, üniversiteler susturulmuş durumda. Devlet ise, bir süredir kendi içinde derin bir politik depresyon yaşıyor.
Bu çöküş süreci en çıplak haliyle Kürt halkına yönelik baskılarda kendini gösteriyor. Özellikle Jîna Amînî’nin öldürülmesiyle başlayan “Jin, Jiyan, Azadî” ayaklanması, İran’ın sadece Kürt kimliğine değil, kadınlara, gençliğe ve özgürlük talebine karşı nasıl bir zorbalık sergilediğini açıkça ortaya koydu.
Rejim, bu meşru talepleri bastırmak adına Kürt kentlerini kuşatma altına aldı, göstericilere gerçek mermilerle müdahale etti, yüzlerce insanı tutukladı. Yetmedi: 16, 17, 18 yaşında devrimci gençleri idam sehpalarına çıkardı. Ailelerine haber verilmeden, gece yarısı mezarlıklara gömülen gençler, İran halkının hafızasına kazınmış bir utanç olarak kaldı.
İzolasyon ve ambargo yıllarının yarattığı teknolojik geri kalmışlık, sözde “güvenlik kurumlarının” yozlaşması ve hantallaşmış bürokrasi, İran’ı hem içeriden hem dışarıdan savunmasız bıraktı. Toplumun ruhu örselendi. Rejim, bu derin yaraları Çin ve Rusya gibi otoriter müttefiklerle yaptığı stratejik anlaşmalarla kapatabileceğini düşündü. Ama olmadı. Olamazdı da.
Çünkü tarihin bize tekrar tekrar gösterdiği gibi: “Çürüme”, “çöküş” ve “çözüm” her zaman içseldir. Bir ülke, içerideki barışı, adaleti ve meşruiyeti yitirdiğinde; dış tehdit ne olursa olsun, ayakta kalamaz.
İran, halkıyla yüzleşmek yerine, toplumu sindirmeyi tercih etti. Değişmek yerine katılaştı. Hesaplaşmak yerine bastırdı. Bugün geldiğimiz noktada ise devlet-toplum ilişkisi tükenmiş, inançlar aşınmış, umut kırılmış durumda.
Kürt gençlerini darağaçlarına gönderen, kadınların “yaşam hakkı” feryadını bastıran, halkların sesini copla ve kurşunla susturmaya çalışan bir rejimi ayakta tutacak hiçbir ittifak yoktur. Çünkü meşruiyetini yitirmiş bir iktidar, ne kadar baston ararsa arasın, düşmekten kurtulamaz. İşte tam da bu noktada, Türk devletinin, Kürt sorununun çözümünde daha fazla geç kalmaması ve İran’da yaşananlardan tarihsel dersler çıkarması tarihi önemdedir. Zira tekrar ve tekrar tecrübeyle sabitlenmiştir ki Kürt sorununun çözümünde adım atmakta geç kalan tüm iktidarlar, kendi sonlarını hazırlayıp çökmeye mahkumdurlar.