Şimdi herkesin gözünde yaş, umut, hüzün, heyecan ve her şey vardı ama en çok da barış umudu… Bu tarihi an yürütülen 52 yıllık mücadelenin bir sonucuydu ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açıktı
Nezahat Doğan
Çok hızlı yaşanacak bir haftayı bekledik. Eş zamanlı olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 26 yılın ardından görüntülü bir mesajının da yayınlanacağından söz ediliyordu.
Bir kadın birey ve bir gazeteci olarak bu anı yaşamak; tarihe tanıklık etmek, o anı belgelemek, yazmak elbette tarif edilemez düzeyde heyecan ve onur verici bir anlam taşıyordu.
Tarihe tanıklık etmek için düştük yollara ve vardık Süleymaniye’ye.
Süleymaniye’ye ilk gelişim…
Burada neler yaşandığı, nasıl beklentiler olduğunu ve yaşamlarını nasıl sürdürdükleri konusunda birçok kesimden insanlarla yaptığımız ilk temaslarda sürecin nasıl işleyeceğine dair soru işaretleri ve devletin atmadığı adımlardan dolayı bir güvensizliğin oluştuğunu gördük. Ancak Abdullah Öcalan’ın görüntülü mesajının yayınlanmasından sonra umut, neşe, özlem ve inanç bir kez daha Kürdistan coğrafyasını sardı.
26 yılın ardından ilk defa önder olarak kabul ettikleri ve iradem dedikleri Abdullah Öcalan’ı canlı ekranlarda görmüşlerdi. Bu her yerde barış umudu ve heyecanı yarattı. Herkeste “Kürtler yapılması gerekenleri fazlasıyla yaptı. Şimdi adımları atma sırası devletin ve yetkililerin, artık hukuk işlemeli, Meclis devreye girmeli,” görüşü hakimdi.
Tarih 10 Temmuz gününü gösteriyordu ve 11 Temmuz töreni için bizim yola çıkma zamanımız gelmişti.
Törenin nerede ve saat kaçta yapılacağı bilgileri bize verilmedi… Her şey YNK’nin ev sahipliğinde gerçekleşiyordu.
10 Temmuz günü öğlen saatlerinde törenin yapılacağı alanın yakınlarında Süleymaniye’ye bir buçuk saatlik bir mesafedeki Dukan’da yer alan otele geçtik. Sabah törenin yapılacağı yere gideceğiz, fakat nasıl ne şekilde gideceğimizi hiçbir şekilde bilmiyoruz. Bir grup gazeteci, kendi aramızda “nasıl olacak, ne şekilde yapılacak, yeni bilgi var mı?” tartışmalarıyla bir masanın etrafındayız.
Sonra durduk, sabahı bekleyeceğiz artık dedik.
Sabah heyecanla lobide buluştuk. Bir konvoy eşliğinde otelden çıkarken dışarda bir basın ordusu görüntü almak için sıraya dizilmişti. Çünkü törenin yapılacağı alanda gazetecilere sınırlı görüntü almak da telefon sokmak da yasaktı.
Biz beyaz konvoyla çıktık. Hewlêr’den gelenler de konvoylarla geldiler tören alanına.
Dağların arasından kıvrılan virajlı yollardan geçiyor, son derece ciddi bir güvenliğin olduğu rampaya tırmanıyorduk. Yolda siyah araçları görünce yaklaştığımızı anladık. Bir film setinin içinde gibiydik. Her arabada iki kişi vardı. Vardığımız noktada teker teker arabalardan inerken telefonlarımızı bir çantanın içerisine bıraktık ve içeriye girdik. Büyük bir platform, bir masa dört sandalye… Arkasına büyük barkovizyon kurulmuş. Masanın hem karşısına hem de sağ tarafına sandalyeler dizilerek bir oturma düzeni oluşturulmuştu.
Tarihi bir dönüm noktasıydı ve bütün gözler bu tören alanına kilitlenmişti. Müthiş bir sessizlik vardı. Birçok sivil toplum örgütü, siyasetçi, tüm dünyadan gelen geniş bir basın ordusu, haber ajansları temsilcileri gözlemci olarak bu tarihi ana tanıklık ediyordu. Tören alanında DEM Parti eşbaşkanları ve bazı devlet yetkilileri de bulunuyordu.
Tören anı yaklaşırken barkovizyondan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın son görüntüsü fotoğraf olarak yansıtıldı.
Sessiz bekleyişte gözler merdivenlere kilitlenmişti.
YNK’nin ev sahipliğinde ve yoğun güvenlik önlemleri eşliğinde Süleymaniye kenti kırsalında bulunan Şikefta Casenê’de gerçekleşen Barış ve Demokratik Toplum Grubu’nun silah bırakma töreni 11.25’te başladı.
Bir ilk yaşanıyordu. Tören alanında herkes hem gerillalar hem devlet hem gözlemciler hem uluslararası delegasyonlar hem YNK-KDP vardı.
Uluslararası basın, ajans ve birçok gazeteci tören alanında yer alamasa da dışardaki alandan yayınlarını yapabildiler.
15 kadın ve 15 erkekten oluşan gerilla grubu dağların aralarından, en üst merdivenden alana gelirken önce Besê Hozat göründü, ardından tek sıra halinde diğer gerillalar…
Gerillalar merdivenleri inerken alandan büyük bir alkış, zılgıtlar ve Bijî Serok Apo sloganları yükseliyordu. Arkamızdaki güvenlikler bir refleksle slogan atılmasın diye uyarıda bulunduğu esnada önümüzde oturanlardan biri eliyle müdahale etmeyin anlamında bir uyarı yaptı ve güvenlikler geri çekildiler.
Devam etti alkışlar. Gerillaların en önünde KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat yer alıyordu.
Gerilla grubunun içinde Nedim Seven, Tekoşin Ozan ve Tekin Muş da vardı.
Besê Hozat’ın vakur, güçlü, naif, dirençli duruşu hem aldıkları kararın umudunu hem de direnmenin ve mücadelenin getirdiği kararlı duruşu, inancı ve gücü yansıtıyordu.
Herkes sırasıyla masadaki yerini aldı. İlk açıklamayı Besê Hozat yaptı: “Kürt varlığına yönelik inkâr ve imha amaçlı saldırılara karşı silah kuşanmış biz kadın ve erkek özgürlük savaşçıları Öcalan’ın çağrısına yanıt olarak buradayız. Barış ve demokratik toplum sürecinin başarısı için silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz,” diyordu.
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat konuşmasında yasal düzenlemelere ihtiyaç olduğunu da belirtti. Ardından Behzat Çerçel basın metnini Kürtçe olarak okudu.
Açıklamanın ardından gerilla grubu tek sıra halinde ateşe yöneldi.
Kürtler için ateşin büyük bir gücü ve direnişi vardır. Dirilişin sembolüdür. O yüzden gerilla silahlarını yakarak imha ederken yeni bir dirilişin ateşini de yakıyordu.
Alanda çıt çıkmıyordu ve derin bir sessizlik hakimdi ama gerillalardaki inanç ve kararlılığı görebiliyorduk.
Ateşe silahını ilk olarak Besê Hozat bıraktı. Ardından tek tek gerillalar silahlarını omuzlardan çıkarıp bıraktılar. Bütün silahlar bırakıldıktan sonra Besê Hozat ateşi yaktı. Sanki gözleriyle birbiriyle konuşan gerilla grubu yine önde Besê Hozat olmak üzere tek sıra halinde merdivenlerden çıkarak ayak sesleri dahi duyulamayacak bir sessizlikle dağların ardında kayboldular.
Sessizlik bir süre devam etti. Herkes birbirine baktı, kimse ne diyeceğini bilemedi, öyle etrafta bir koşturmaca vardı.
Sonra feryat eden bir ses yankılandı alanda. “Bir daha analar bu acıları yaşamayacak, biz bunun için direndik, bunun için mücadele verildi,” diye haykırıyordu. İki evladını bu uğurda kaybetmiş bir Barış Annesi’nin sesiydi bu.
Sırrı Süreyya Önder, “Barışın kaybedeni olmaz. Bu ülkede barış için hepimizin bir sözü ve borcu var. Yüreğimiz ağzımızda geziyoruz. Hayat bir türkü kadar kısa ama bu ülkeye bir gün barış gelecek, belki biz göremeyiz,” demişti.
Ali Önder o anlar yaşanırken ilk defa hıçkırarak ağladı; “Abim bu anı görmek için yol aldı, yürüdü, mücadele etti ve belki de barış onun adıyla taçlandırılacak,” diyerek…
Şimdi herkesin gözünde yaş, umut, hüzün, heyecan ve her şey vardı ama en çok da barış umudu…
Bu tarihi an yürütülen 52 yıllık mücadelenin bir sonucuydu ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açıktı.
Tören alanından dönerken geçtiğimiz dağlar bize hem ödenen bedelleri, yakılan ağıtları hem de barışın umudunu söyler gibiydi.
Bizim tanıklığımız bir tarihin, geçmişten bugüne taşınmış bir hattın ve orada ödenen bedellerin, acıların, güneşin yeniden doğuşunun ışığınaydı belki de. Dağların ihtişamı içinden tek bir ses çıkmıştı. “Artık yeni bir dönem başlamalı, başlıyor, biz de sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz. Dağlardan geldik, barış adına beyanımızı, sorumluluğumuzu gösterdik. Şimdi sıra eğer ovaysa, orada da demokratik siyaset için olacağız,” diyordu.
Abdullah Öcalan’ın “silahların değil, siyasetin ve toplumsal barışın gücüne inanıyorum,” sözüne bağlı olarak gerilla da bu tarihi görevi güçlü mesajlarla yerine getiriyordu.
Artık zamanın ruhu bütün toplumlar, halklar ve hepimiz için bu sözler üzerine…
Elbette şimdi sıra devlet ve iktidarda, onun atacağı adımlarda.
Törende Abdullah Öcalan’ın mesajı ve ardından yapılan tören bir propagandaya dönüşmesin denilerek basının ve canlı yayınların sınırlandırılmasına gelince; bu pek de bir anlam ifade etmedi. Çünkü zaten sessizlik de bir eylem, mesaj da bir anlatım, yürüyüş de bir yoldur. O görülmese de engellenemez. Onun üzerine başka bir şey koymaya da gerek kalmaz.
Artık ortada olan odur ki tarih artık silahların değil siyasetin konuşulacağı, bunun zeminin yaratılacağı bir yolu göstermektedir.
Dağa, taşa yazılır direniş, özgürlük ve barış…
Ödenen bedellerle, ağıtlar, zılgıtlar, govendler iç içe geçer. Zulme karşı annelerin gözyaşlarıyla yine de umut birikir, direnerek yavaş yavaş akar zaman içinde, derelere, nehirlere dönüşür, birleşir ve özgürlük denizine ulaşır.