Barış kelimesi öyle zehirlendi ki, sanki ağızdan çıktığında birilerini parçalayacakmış gibi algılandı. Oysa barış, herkesin içinde taşıdığı en derin arzuydu: sakin, adil ve eşit bir yaşam
Cihan Ekinci
“Barış, yalnızca silahların susması değil; kelimelerin özgürleşmesidir.”
Bir ülkede silahlar sustuğunda barışın geldiği sanılır. Oysa asıl sessizlik, duvarların ardında kalan sözlerin, bastırılmış dillerin ve görünmezleştirilmiş kimliklerin sessizliğidir. Türkiye’de Kürt meselesi yalnızca silahlı bir çatışmanın, anayasal eşitsizliğin ya da hak ihlallerinin değil; aynı zamanda zihinlere örülmüş devasa bir hegemonya duvarının adıdır. Bu duvar sadece zorla değil, büyük ölçüde rıza ile —yani insanların ikna edilerek— inşa edilmiştir.
Çoğu zaman halk, iktidara doğrudan karşı çıkmaz; aksine, iktidarın kendisini nasıl sunduysa o haliyle kabul eder. Bu da siyasal iktidarın temel meselesini ortaya koyar: yönetmek için yalnızca güç yetmez, yönetilenlerin rızası da gerekir. Tam bu noktada devreye hegemonya girer.
Hegemonya: Gücün gönüllü kabulü
İktidar yalnızca zorla değil, bireylerin dünyayı anlama biçimlerine nüfuz ederek de hükmeder. Bu nüfuz; eğitimle, dinle, medya diliyle, müfredatla, aile içindeki rollerle, hatta sokak isimleriyle işler. “Doğru olan budur” denilen her yerde bir rıza üretimi mevcuttur. Örneğin, Kürtlerin yıllarca “kart-kurt” sesinden türeyen bir efsane ile anılması, sadece inkâr değil; bu inkârın halk tarafından “doğal” ve “doğru” bulunmasını sağlamaya yönelik sistematik bir çalışmadır.
Otoriter rejimler doğrudan baskı uygular; ancak toplum daha karmaşık hale geldikçe iktidar, şiddetten ziyade zihinleri biçimlendirme yollarına başvurur. Bu nedenle kitle iletişim araçları iktidarın en güçlü aygıtlarından biri hâline gelir. Televizyonlar, gazeteler, cami kürsüleri ve okullar yalnızca bilgi vermez; nasıl düşünülmesi gerektiğini de öğretir. Bir halk, yoksulluk, ayrımcılık ve adaletsizlik karşısında dahi “Devletin bir bildiği vardır” diyorsa, işte orada rıza üretilmiştir.
Walter Lippmann’ın ifadesiyle, “şaşkın sürü” olarak görülen halkın kafasında, medya eliyle bir “sahte çevre” oluşturulur. Bu çevrede devlet hep haklı, muhalefet tehlikeli, Kürtler ise “bölücü”dür. Barış isteyen bir akademisyen hain olabilir; Kürtçe konuşan bir çocuk dahi şüpheyle karşılanabilir.
Çözüm süreci: Sözlerin kırıldığı yer
2013’te başlayan çözüm süreci, hegemonik duvarlara küçük çatlaklar açar gibi oldu. TRT Kurdî açıldı, Kürtçe konuşmak suç olmaktan çıktı, Diyarbakır’da barış şarkıları söylendi. Ancak bu açılımlar toplumsal zihniyette bir dönüşüm yaratamadı. Çünkü duvarlar yerinde duruyordu: medya dili değişmedi, eğitim sistemi Türk-İslam kimliğini merkeze almaya devam etti, Diyanet Kürtleri dua metinlerinde bile anmadı, yargı ise Kürt siyasetçileri hâlâ potansiyel suçlu gibi görmeye devam etti.
Bu nedenle süreç çöktüğünde, “Kandırıldık” ya da “Hainler sırtımızdan vurdu” manşetleriyle çok hızlı bir geri dönüş yaşandı. Çünkü o manşetleri taşıyacak zihinsel zemin çoktan hazırlanmıştı. Devlet, çözüm süreci boyunca çatışmasızlık istedi; ancak barışı isteyen bir toplumu kurmak istemedi. Bu yüzden barış fikri toplumun geneline yayılmadı; devletin inisiyatifinde kalan kırılgan bir deneme olarak kaldı.
Devletin zihnimizde ördüğü duvarlar
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana yürütülen hâkim siyaset, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel duvarlar da ördü. Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, kadınlar ve farklı cinsel kimlikler “öteki” ilan edildi. Onlar ya sessiz kalmaya ya da devletin biçtiği kimliğe uymaya zorlandı.
Medya bu duvarların sıvasını yaptı. “Kürt sorunu” değil, “terör” konuşuldu. Barış isteyenlerin adı “hain”e çıktı. Camilerde sabır vaazları verildi, eşitlik unutuldu. Eğitim sistemi yalnızca Türk ve Sünni kimliğini makbul vatandaş olarak yüceltti. Böylece toplumun geniş kesimleri, barış kavramından korkar hâle geldi.
Barış kelimesi öyle zehirlendi ki, sanki ağızdan çıktığında birilerini parçalayacakmış gibi algılandı. Oysa barış, herkesin içinde taşıdığı en derin arzuydu: sakin, adil ve eşit bir yaşam.
Bugün hâlâ aynı duvarlarla karşı karşıyayız
Bugün Türkiye’de herhangi bir yurttaşın Kürt meselesine dair düşünceleri, büyük ölçüde devletin yıllardır ürettiği hegemonik politikalardan beslenmektedir. “PKK-Kürt” denkliği, “barış isteyen haindir” algısı, medyanın çarpıttığı imgeler… Tüm bunlar sistematik bir rıza üretiminin sonucudur.
Bu yüzden önceki çözüm denemeleri başarısız oldu. Çünkü sorun yalnızca silahların konuşması değil, sokaktaki zihinlerdi. Barışı sağlayacak olan, halkın bu ezberleri sorgulamasıdır. Ama bu ezberler, eğitimden medyaya kadar her alanda yeniden üretildiği için, barış dili “terör dili” olarak damgalandı.
Bugün yeniden bir çözüm süreci konuşulurken, bu kez daha derin bir yüzleşmeye ihtiyaç var. Çünkü asıl mücadele, yalnızca çatışmalarla değil, bir yüzyıldır sürdürülen zihinsel düzenle. Bu düzen, kendi “makbul” vatandaşı dışında kalanlara her zaman baskı uygulamıştır. Yani sorun yalnızca inkâr değil; halkın bu inkârı “doğal” saymasıdır.
Bu nedenle çözüm süreci, yalnızca siyasetçiler arasında yürütülecek bir masa değil, toplumun her katmanına yayılan bir zihniyet dönüşümü olmalıdır. Barış, sadece devlet ile örgüt arasında değil; komşular, öğretmenle öğrenci, gazeteyle okuyucu arasında da inşa edilmelidir. Gerçek barış, ancak kelimeler özgürleştiğinde mümkündür. Çünkü barış, bu ülkede yaşayan herkesin zihninde ve kalbinde kurulmalıdır.
Duvarları yıkan renkler: Hegemonyaya karşı kültür-sanat mücadelesi
Kimi duvarlar betondan, kimisi kelimelerden örülür.
Kimi dikenlidir, kimi sıradan bir haber bülteninde saklıdır.
Ama hepsi aynı şeyi yapar: bölme, korkutma, susturma.
Türkiye’de yıllardır örülen bu görünmeyen duvarların en kalını, zihinlerde kuruludur. “Kürt denince terör”, “farklılık denince bölünme”, “barış denince ihanet” çağrışımları… Devletin, medyanın, eğitimin, dinin ve militarist söylemin eliyle örülen bu duvarlar, toplumu kendi çocuklarından, kardeşlerinden, vicdanından uzaklaştırdı.
Gerçek barış; yalnızca politik uzlaşmayla değil, zihinsel bir devrimle mümkündür. Ve bu devrimin en güçlü araçlarından biri, belki de en kalıcı olanı kültür ve sanattır.
Sanat: Duvarların altında açılan tünel
Sanat, kelimelerin yetmediği yerde devreye girer.
Bir resmin, bir sahnenin, bir melodinin anlatabileceğini çoğu zaman hiçbir rapor anlatamaz. Çünkü sanat, doğrudan kalbe seslenir.
Bir tiyatro, bastırılmış bir halkın öfkesini görünür kılabilir.
Bir film, “öteki”nin de sevdiğini, korktuğunu, güldüğünü hatırlatabilir.
Bir şarkı, yasaklanmış bir dilin hâlâ yaşadığını fısıldayabilir.
Ve bazen, bir duvara yazılan tek bir cümle, bir rejimi sarsabilir.
Son söz: Renkler griyi yarabilir mi?
Barış yalnızca suskunluk değil, seslerin çokluğudur.
Her dilin birbirine karıştığı bir şarkıdır.
Her rengin diğerine değdiği bir tablodur.
Her halkın kendi gölgesine değil, ortak bir ışığa yöneldiği bir sahnedir.
Eğer bu ülkenin kaderi griye yazıldıysa,
biz o yazının üstüne morla, sarıyla, siyahla, yeşille, kırmızı ile
kendi masalımızı işleyeceğiz.
Ve belki de bir gün,
ilk harf bir repliğin ucundan düşecek yere,
bir şarkının içinden geçecek öteye,
ve gri dediğimiz o tek renk,
bin parçaya bölünüp gökkuşağına dönecek.
İşte o gün,
duvarlar değil,
sözler yükselecek göğe.