Yeryüzünde kurulan tüm sistemler, tüm dinler, tüm devrimler ortak bir noktada buluşur: insanı merkeze alır. İster sosyalist devrim deyin, ister İslamî bir düzen, ister seküler bir cumhuriyet ya da liberal bir piyasa… Hepsinin öznesi insandır. Kimi eşitlik için, kimi özgürlük için, kimi adalet ya da kutsallık için yola çıkar. Ama bu yolların hiçbiri hayvanlar için açılmamıştır. Hiçbiri toprağın diliyle konuşmaz. Hiçbiri ağacın ömrünü bir çocuğun geleceğiyle eş değer görmez.
Marks, Lenin, Mustafa Kemal, Mao… Büyük fikirler söylediler. Ama bir kedinin gözündeki korku, onların gündeminde yoktu. O göz, tarihin hiçbir büyük devriminde görünmedi. Bugün sol-sosyalist partiler doğa ve hayvan hakları komisyonları kuruyor. Ama medya karşısına çıktıklarında konu hep insandır: emekçi insan, ezilen insan, hasta insan, haksızlığa uğrayan insan, katledilen insan… Doğa ve hayvan ya sembolik kalır ya da “insan için korunması gereken” bir varlığa indirgenir.
Nasıl ki kadın sorunu erkek zihniyetiyle çözülemezse, hayvan ve doğa sorunu da insan merkezli hareket eden siyasi partiler eliyle çözülemez. Çünkü bu partilerin üyeleri, “bir atın gözündeki anlamı”, ürkek bir ceylanın titrek hissini, yeni doğum yapmış bir anne köpeğin gözlerindeki çaresizliği göremeyecek kadar insan odaklı düşünürler. Doğayı anlamak için önce insandan bir adım geri çekilmek gerekir.
Ekolojist düşünce, bu yol ayrımında insan merkezli tüm düşünce yapılarından farklı bir anlayışa sahiptir. Tarihsel sosyolojinin zihin kodlarıyla döşenmiş mevcut zihniyet, kendisiyle savaşmaktan başka bir yöne dikkat etmemiş ya da edememiştir. Her iki durumda da insan zihniyeti kendisiyle meşgul olurken, tüm dünya için son olabilecek felaketlerin kapısını aralamıştır. Ve maalesef açtığı kapının yollarını öylesine süslemiş, öylesine çekici kılmıştır ki insanlığın büyük bir çoğunluğu çip takılmış robotlar gibi o yolda yürümektedir.
Her dönem için yeni hedefler ve haz odakları belirleyen; bunu da insanın varlık sorunuymuş gibi dayatan sistem, siyaset alanını da bu çerçeveden beslenen bir argüman haline getirmiştir. Mevcut siyasi yapılanmaların ürettikleri siyaset gündemi, bu tezi fazlasıyla doğrulamaktadır.
Bu bağlamda ekoloji, siyasetin konu edinebileceği sıradan bir başlık değil; yeni bir merkezî düşünce yapısıdır. Bu düşünce, kendi alanında ürettiği çözüm ve önerileri mevcut yapıyı düzeltmek için değil, yaşamın tamamını önceleyen yepyeni bir sistemin inşası için ortaya koyar. Bu sistem, sadece insanı değil, tüm canlıları merkezine alan bir bakış açısına sahiptir. Hiçbir canlının diğerine hükmetmediği, ahlaki bir yapılanmadır. İnsan merkezli uygarlığın yarattığı enkazı yeniden kurmaya değil, bu enkazın dışına çıkmaya talip bir bilinçtir. Bir yan başlık değil, yeni bir merkezdir.
Bu noktada mevcut siyasi partiler, insanlığın kendi elleriyle yarattığı sorunları sahici bir şekilde çözümleyip ekolojik alana geçiş yaparlarsa, ekolojist topluluğun direnişlerini sahiplenmeye hak kazanabilirler. Aksi durumda, ortaya konan her yaklaşım, ekoloji direnişlerini pasifize etmekten ve etkisizleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.