11 Temmuz’da Süleymaniye’de olmak isterdim. Gerçekten de 90’lı yılların savaş acılarına tanıklık etmiş insanlardan biri olarak orada bulunmak, o karmaşık duyguları olayın yaşandığı yerde hissetmek isterdim. Ancak ne yazık ki 8 yıldır yurt dışına çıkamıyorum, yurt dışına çıkamadığım için pasaportum yok ve Süleymaniye’ye de gidemedim. Hakkımda verilmiş toplam 26 yıl 9 ay hapis cezası var. Bu ceza hala Yargıtay’da. Bu cezaların nedeni Özgür Gündem gazetesinin 3 yıl boyunca genel yayın yönetmeni olmam, yani Kürdistan coğrafyasında, 90’larda yaşanan tüm hak ihlallerini, insanlık suçlarını, büyük acıları yazan gazetenin genel yayın yönetmenliğini yaptığım için bu kadar ceza almış durumdayım. Aslında bunların hepsi birbiriyle bağlantılı, ancak o gün silah bırakma, daha doğrusu, silahların yakılma töreni sırasında yakma işlemi için tek sıra halinde gelen gerillaların yüzlerine baktığımda ben bu acıların hepsinin toplamını gördüm.
“Kim bilir, belki bu 30 gerilladan biri Bende Özdemir’in torunudur” dedim.
Bende Özdemir kim mi?
Bende Özdemir, 1992 Şırnak katliamında, Şırnak devlet güçleri tarafından yakılıp yıkıldığında Şırnak-Cizre arasında bulunan Şah köyünde, yatalak olduğu için köyü yakıldığı sırada dumandan boğularak ölen, 60 yaşlarında bir kadın. Gerçekten ben, Bende Özdemir’in torunu olsaydım, şu anda nerede olurdum? İşte, o an bunu düşündüm. Belki de bu gerillalardan biri Bende Özdemir’in torunuydu. Ninesine yapılan bu büyük haksızlık, bu büyük insanlık suçu sonrasında gitmişti.
Sonra düşündüm, belki bu gerillalardan biri de 1992 Cizre Nevruzunda, halka ateş açılması sonrası, onlarca insanın yaşamını yitirmesi sırasında ölen insanlardan birinin çocuğuydu. O gün, insan hakları savunucuları olarak oradaydık. Gerçekten, inanılmaz bir biçimde, devlet güçleri tarafından çoluk çocuk, kadın, erkek yaşlı, engelli tüm insanlara ateş açıldı. Bugün gibi hatırlıyorum yerlerden toplanan bebek ayakkabılarını. İşte, ‘’Belki de o gerillalardan biri Cizre’de yaşamını yitiren insanlardan birinin çocuğudur, torunudur, yeğenidir hepsi olabilir’’ dedim.
Yine düşündüm, belki de yüzlerindeki bu değişik bir ifadeyle, silahlarını yakmaya gelen gerillalardan biri Vedat Aydın’ın çocuğudur ya da Vedat Aydın’ın yeğenidir.
Vedat Aydın kim mi?
1990 yılında, İnsan Hakları Derneği’nin kongresinde, Kürtçe konuşup gözaltına alınıp ardından tutuklanan ve tahliye edildikten birkaç ay sonra, sivil polisler tarafından evinden alınan, iki gün sonra da işkence ile katledilmiş bedeni bulunan sevgili Vedat Aydın.
Düşündüm. Ben Vedat Aydın’ın çocuğu olsaydım ne yapardım? Hemen aklıma gelen isimlerden biri oldu Vedat abi. İşte, belki de gerillalardan biri onun yeğeniydi ya da onun çocuğuydu.
Yine düşündüm. Belki bu gerillalardan biri Şükran Aydın’ın çocuğuydu. Olabilirdi ya…
Şükran Aydın kim mi? Şükran Aydın, 90’lı yılların ortalarında, Mardin’de komutan Musa Çitil’in komutasındaki askerler tarafından gözaltına alınıp, gözaltında cinsel işkenceye maruz kalan bir Kürt kadınıydı. Şükran Aydın, yıllarca mücadele verdi. Şükran Aydın davasında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’yi mahkum ederken, çok da önemli bir parantez açtı. Bugün bile hala sorun olarak yaşadığımız bu parantezin içindeki gerçek şuydu:
Türkiye Cumhuriyeti devleti işkencenin belgelenmesinde, son derece haksız bir uygulamaya gidiyordu. O da resmi bilirkişi kurumu olan Adli Tıp raporlarını tek delil olarak kabul etmesiydi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Şükran Aydın davasında Türkiye’ye bir ders verdi. Dedi ki; işkencenin belgelenmesinde bağımsız hekim raporlarının da delil olarak kabul edilmesi gerekir. İşte, Şükran Aydın yaşadığı büyük insanlık suçu bir yana böyle de bir dersin çıkarılmasına sebep olmuştu. Kim bilir, belki de o gerillalardan biri de Şükran Aydın’ın yeğeniydi.
Yine düşündüm. Belki de yüzlerindeki bu karmaşık ifade ile gelen gerillalardan biri Musa Anter’in torunuydu ya da torununun çocuğuydu. Bilemiyorum.
Evet, Musa Anter’in kim olduğunu sanırım bilmeyen hiç kimse yok. Sadece Kürt olduğu için, Kürt kimliğini sonuna kadar savunduğu için hayatı boyunca çekmediği acı kalmayan Musa Anter. Musa Anter, 74 yaşında katledilecek kadar çirkinleşen bir devlet politikasının sonucunda yaşamdan ayrıldı. Kontra güçler tarafından 1992 yılında katledildi. Musa Anter, bu coğrafyanın gerçekten iyilik timsali bir insandı. Yaşadığı tüm acılara rağmen her zaman barışı savunan, barışçıl çözümü savunan, daima konuşmayı, karşılıklı iletişimi savunan bir kişiydi. Musa Anter’e bile tahammül edemediler ve Musa Anter, 74 yaşında katledildi.
Sonra düşündüm. Belki de törende bulunan gerillalardan biri Ferhat Tepe’nin yakınıydı.
Ferhat Tepe, Özgür Gündem muhabiriydi. Henüz çok gençti. Bitlis’te, evinden çıktığı sırada kaçırıldı ve 1993 yılında katledilmiş olarak bulundu. Kim bilir, belki de onlardan biri Ferhat Tepe’nin yakınıydı.
Evet,11 Temmuz’da izlediğimiz tören, gerçekten çok çarpıcıydı. Üzüntüyle mutluluğun birbirine karıştığı bir gündü. Eminim herkes aynı duygular içindeydi. Biz uzaktan izlerken ağladık ama Süleymaniye’ye giden arkadaşlarımızın anlatmalarından anladık ki orada bulunan herkes büyük duygu patlamaları yaşamıştı. Hele ki anneler, Barış Anneleri. Barışçıl çözümü her zaman savunduk, hiç kimse savaş istemez, bu bir gerçek. Barış her zaman iyidir ama şu gerçekliği de hiç unutmamak gerekiyor, Kürt coğrafyası 4 ayrı parçaya bölünmüş durumda. Çok karmaşık, sömürgeci ve emperyal politikaların egemenlik kurduğu bir alanda bu işi başarmak oldukça güç ama Kürt hareketi yeni bir yola çıktı. Bu bir barış yolu. Ben bu yola çıkışı, barışçıl çözüm isteyen herkesin desteklemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bir süreç, birlikte göreceğiz gelecekte yaşanacakları ama bugün barış için vereceğimiz güçlü bir destek hepimizin geleceği için bir aydınlık olacak.