Birbirinin tam tersi gerekçelerle barış yönündeki gelişmelere karşı çıkanlar, zıtların birliği manzaraları oluşturuyor. Boşalan alanların kendilerine kalacağı umuduyla atılan hamasi nutuklar birbirini izliyor. Ortaklaştıkları asıl nokta ise sürecin taraflarından sadece DEM ve PKK’yi hedef almaları, devlete dair söz üretmemeye ikisi de özen gösteriyor!
Dünyaya ırkçı milliyetçi pencereden baka gelenler, tutarlı bir şekilde Kürt düşmanlığına devam ederek iktidarın boşalttığını düşündükleri Türk-İslam sentezi alanının kendilerine kalacağının heyecanındalar. Diğerleri ise silahların yakılması ve ardından Erdoğan’ın DEM ismini AKP ve MHP ile aynı cümlede kullanmasının yarattığı heyecanla “solculuğun” kendilerine kalacağı umudundalar! Diğer ortak yönleri ise, bugüne kadar onca acı çekilirken, yaşananları konforlu köşelerinden sadece seyretmiş olmaları…
Kırk yılı aşkın süredir devam eden bu savaşın dengesizliği ıskalanır hep. O yüzden öncelikle bir tespitin altını çizelim: Bir tarafta Hava ve Kara Kuvvetleriyle, ağır silahları, güdümlü bombaları, insansız hava araçları, yüksek teolojisiyle, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip, MİT’i, polisi jandarmasıyla Devlet; diğer tarafta sadece hafif silahları ve görece bir avuç denebilecek militanıyla PKK vardı. Öyle ki sadece TSK’nin envanterindeki uçak sayısı bile PKK’nin kaleşnikoflarından daha fazla. Bu güç orantısızlığını dengeleyen şey neydi peki?
Bir tarafta “Kürt yoktur, Kürtçe diye bir dil yoktur” diyerek tarihsel gerçeklerle çelişen devlet politikası, diğer tarafta ise yaşamın kendisine, gerçeklere dayanan paradigmasıyla silaha sarılmış bir örgüt, dahası bunu, hem de ölümüne benimsemiş bir halk.
PKK, bence dünyada çok az örneği görülen inanmışlığa ve feda ruhuna sahip militanlarla gerilla taktikleriyle savaştı. TSK’nde ise önceleri askerlik görevini yapan yoksul aile çocuklarının yerini geçim derdiyle sözleşmeli er uzmanlık yapanlar aldı. Savaş alanı ise hep Kürt Halkının yaşadığı topraklar oldu. Son 10 yıldır ise tümüyle sınır dışında, başka ülkelerin topraklarında “yabancı”, “işgalci” konumundaydı devlet. Böyle bir zeminde ve böyle bir halka boyun eğdirmek mümkün değildi kuşkusuz. Hep söyleyegeldiğim yalın gerçeği tekrarlarsam, bu savaşın galibi olamazdı. Sadece büyük acılar çekilir, çektirilirdi ve öyle de oldu…
Suriye’de ise IŞİD’e karşı direnişi örgütlemiş ve bizim Kurtuluş Savaşında kaybettiklerimizin 2 katı şehit vermiş bir halka, ABD elçisinin dilinden “…PKK’nin türevi…” gibi yakıştırmalarla İslamcı çetelerin katliamları sürerken “Silahlarını Bırak” da diyemezsiniz elbet.
O nedenle sürece teslim olma veya teslim alma penceresinden bakanlar yanılıyor. Bu, birinin teslim oluşu, diğerinin zaferi değil ve süreç tamamlanırsa sadece savaşa karşı barışın zaferi, düşmanlığa karşı kardeşliğin zaferi olacak…
Devletler savaşsız olamıyor ne yazık ki! Şimdi yeni bir saldırının ayak seslerini duyuyoruz. İktidar, madencilik adı altında ormanları, meraları, zeytinlikleri malum çetelere tahsis etmenin yasal zeminin hazırladı bile. Doğayı çevreyi köylüyü koruyan ne kadar yasa varsa hepsini çöpe atacak torba kanun teklifiyle artık istediği araziye çökebilecekler. Günlerdir TBMM önünde, parklarda direnen köylüler, ekolojistler, muhalif milletvekilleri ne yazık ki yeterli olamadı. Yakında, LİMAK, Cengiz, Kalyon veya başka bir zengin çetenin devasa kepçeleri, “Burada maden var” diyerek sizi kendi arazinizden kovabilir ve servetini daha da çoğaltmak için güzelim ormanları zeytinlikleri cehenneme çevirebilir. Hatta Barış sürecine Kürt illerinde şimdiye kadar giremedikleri dağların, vadilerin altını üstüne getirme fırsatı olarak baktıklarını söylersek haksızlık yapmış olmayız. O yüzden bu savaş daha çetin geçeceğe benzer, çünkü sermayenin dini, milliyeti yok. Ama bizlerin de onlara verecek suyumuz, toprağımız yok. Kürt meselesini çözecek olan “Demokratik Toplum” toprağına da barışa sahip çıktığı kadar sahip çıkar; şimdi olduğu gibi size sadece yaptığınız kötülük miras kalır…