11 Temmuz’da barışın yolunu açmak için PKK’nin Süleymaniye’de yaptığı silahları yakma töreninin ardından, Erdoğan’ın 12 Temmuz’da “tarihi bir açıklama” yapacağı duyuruldu. Barış için taraflardan birinin attığı -silah bırakmak gibi- son derece somut bir adımın karşılığında devleti temsilen Erdoğan’dan beklenen de barışın önünü açmaya yönelik somut adımların atılmasıydı. Erdoğan konuşmasında -bunun için tüm koşullar ziyadesiyle uygun olmasına rağmen- barış umudunu güçlendirecek somut adımlar atmak yerine, akıllarda yeni soru işaretleri oluşturacak ve tartışma yaratacak ifadeler kullanmayı tercih etti.
Devletin tüm ideolojik ve baskı aygıtlarını tekelinde toplamış ve devlet adına söz söyleme yetkisine sahip olan Erdoğan haksızlıkları, hukuksuzlukları ortadan kaldırarak barışın önünü açabilecek bir adım atmak yerine topu TBMM’de kurulacak komisyona attı. Bunu yaparken de “Cumhur İttifakı olarak AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve DEM heyetiyle de birlikte bu süreci evelallah pişirerek geleceğe taşıyacağız.” diyerek, ana muhalefeti ve diğer toplumsal kesimleri dışlayan bir cepheleşme imasında bulundu. Buna karşılık olarak DEM Parti yetkilileri, barışın tüm toplum kesimlerini kapsaması gerektiğini, kapsayıcı olmayan bir ittifak içerisinde yer almayacaklarını açıkladı. Ancak bu açıklamalar, “Kürtlere AKP/MHP otokrasisini meşrulaştıracağı suçlamasını yapmayı kendisine görev edinenleri”, muhalefeti ayrıştırma gayretinde olanların çanağına su taşımaktan alıkoymadı.
Erdoğan’ın konuşmasında tartışma yaratan ifadelerden bir diğeri, Türk, Kürt ve Arapların bir araya gelerek Müslüman birliğinin sağlanması gerektiğini savunan sözleri oldu. Erdoğan, tarihte Müslümanların Türkler, Kürtler ve Araplar’ın birlik olduklarında kazandıklarına, bu ortaklığın bozulduğu dönemlerde ise kaybettiklerine dair birtakım örnekler vererek bu savunusunu gerekçelendirmeye çalıştı. Bu sözler büyük ölçüde “Erdoğan’ın ümmetçi bir yaklaşımla 2010’lu yılların başında AKP’nin ortaya attığı ve Suriye’de iç savaşı körükleyen Yeni Osmanlı anlayışını farklı bir boyuta taşıdığı” biçiminde yorumlandı.
Erdoğan konuşmasında bir yandan Türk, Kürt ve Arap birliğini savunurken diğer yandan ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack’ın Suriye ve Kürt tarafını Şam’da bir araya getirdiği toplantıyı, “Onlar da Suriye’de görüşmeler, toplantılar yaptılar ve oradan verilen mesajlar da gerçekten çok çok olumluydu, bizler için de sevindiriciydi.” sözleriyle değerlendirdi. Oysa Suriye yönetimiyle SDG komutanı Mazlum Abdi başkanlığındaki Kürt heyeti arasında gerçekleşen son toplantıda, Kürt tarafının Suriye’nin inşasında yer almak başta olmak üzere, demokratik talepleri tamamen reddedilmiş ve Barrack, “Tek ülke, tek millet, tek ordu” vurgusu yaparak Suriye’de federal bir sistemin mümkün olamayacağını açıklamıştı. Dolayısıyla Erdoğan’ın “çok çok olumlu ve sevindirici” olarak nitelendirdiği toplantılarda Suriye’de Kürtleri ve Araplar dışındaki diğer halkları yok sayan, tekçi bir anlayışın ortaya konulmuş olması son derece çelişkiliydi.
Kaldı ki Barrack’ın desteklediği Erdoğan’ın da övgüler düzdüğü tekçi anlayışın dillendirilmesinin üzerinden henüz birkaç gün geçmişken HTŞ Dürzilere saldırdı; bunu gerekçe gösteren İsrail ise Şam’da savunma bakanlığını vurdu; SDG de bu süreçte HTŞ’nin muhtemel saldırısına karşı teyakkuza geçti. Tüm bu gelişmeler, tekçi anlayışla halkların bir arada barış içinde yaşamalarının mümkün olmadığını bir kez daha göstermiş oldu.
Peki, Orta Doğu ve Suriye’nin farklı halkların, kültürlerin mozaiği olduğu ve tekçi bir zihniyetle -hele de eli kanlı çetelerden oluşan bir devlet erki ile- halklar arasında barışın, birliğin sağlanamayacağı aşikârken Erdoğan neden Türk, Kürt, Arap birliğini savundu?
AKP, iktidarda bulunduğu 23 yılda her koşulu (savaş, deprem, darbe girişimi vb) iktidarının bekâsı ve sermayenin çıkarları için fırsata çevirme çabası içinde oldu. Bunu iyi bilen sermaye çevreleri, rejim değişiklinin hemen ardından Suriye’yi yeni kâr alanı haline getirmesi için hükümetten beklenti içine girdi. İnşaat ve enerji sektörünün yanı sıra özellikle tekstil üreticileri, Türkiye sınırına yakın bölgeleri, enerji ve hammaddeyle iş gücünün de ucuza sağlandığı “üretim üsleri” haline dönüştürülmesi gerektiğini; bu amaçla mali kaynak yaratmakla birlikte yatırımların ve ticaretin güvenliğini tehlikeye atacak risklerin ortadan kaldırılması talebini de seslendirmeye başladı. Ortadan kaldırılması istenen risklerin en başında ise -tahmin edilebileceği gibi- Güney Suriye’de çatışma olasılıklarının ortadan kaldırılması ve asayişin kalıcı olarak sağlanması geliyordu.
Erdoğan’ın Suriye’de federal yapıya karşı çıkması, SDG’nin HTŞ’ye entegre edilmesini desteklemesi, “Türk, Kürt ve Arap birliği” fikrini öne çıkarması ve tüm bunlarla beraber “terörsüz Türkiye” projesi pek çok yönüyle değerlendirilebilir. Ancak meseleyi “bölgenin sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn edilmesi” çerçevesinde ele almayı da ihmal etmemek gerekir!