Aşkın bir eylem olarak tezahür ettiği, arzunun sınırları zorladığı ve savaşın görünmeyen ama hissedilen gölgesinde şekillenen bir yolculuk… Hüseyin Karabey’in Gitmek: Benim Marlon ve Brandom (2008) filmi, aşkın sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir direniş biçimi olabileceğini anlatan bir hikaye sunuyor. Film, ne doğrudan savaşın içinde ne de büsbütün dışında konumlanıyor; daha çok, savaşla kurulan dolaylı ama yakıcı ilişkilerin, gündelik hayatın çatlaklarında kendini gösterdiği bir eşiğe yerleşiyor. Ayça’nın Hama Ali’ye doğru yönelen yolculuğu, coğrafi olduğu kadar içsel, kişisel olduğu kadar siyasal, tensel olduğu kadar tarihsel bir harekettir. Bu yolculukta arzunun kendisi, milliyetçi kodların ve savaşın dayattığı bölünmelere karşı bir karşı-iddia olarak belirir. Filmde, aşkın cinsiyeti, etnisitesi ve politikası, Ayça’nın bedeni ve bakışı üzerinden tartışmaya dönüşen unsurlardan biridir. Gitmek, sanki savaşın tam kıyısında duran bir aşk hikâyesiyle, barışın neye benzeyebileceğine dair bir hayal kurmayı da deniyor…
Ayça Damgacı’nın Hüseyin Karabey’le senaryosunu yazdığı ve başrolünde oynadığı film, onun gerçek hayat hikâyesine dayanıyor. Türkiye’de bir film çekimi sırasında tanıştığı Başûr’lu oyuncu Hama Ali Khan’a âşık olan Ayça, savaş ve sınırlar nedeniyle ondan ayrı düşüyor. Hama Ali memleketine, Irak Kürdistanı’na dönerken; Ayça İstanbul’da gündelik hayatına dönüyor. Ancak Irak’ta savaş patlak verince iletişimleri ciddi bir şekilde sekteye uğruyor. Ayça bir noktada daha fazla dayanamayıp sevdiği adama ulaşmak için yola çıkıyor. Ama bu yolculuk yalnızca fiziksel bir hareket değil; sınırlara, kimliklere ve belki de barışın ne olabileceğine dair bir arayış.
Ters yöne bir göç
Bombalardan kaçıp güvenliğe sığınan birini değil, güvenli sayılabilecek bir şehirden savaş coğrafyasına, kaosa doğru giden bir kadını izliyoruz. Docudrama (belgesel-dram) türünde çekilen filmde, karakterler kurmaca değil; Ayça ve Hama Ali kendilerini oynuyorlar, yolculuk da gerçek. Film bu anlamda Kürt sineması içinde özgün bir yerde duruyor. 2006’da başlayan çekim süreci, savaşın gölgesinde bir aşk hikâyesini belgelerken, aynı zamanda Kürt coğrafyasına dair görsel tanıklıklardan birini sunuyor.
Ayça’nın İstanbul’daki hayatı da en az yolculuğu kadar sarsıcı. Yabancılaştığı bir iş, kadın olarak varlık mücadelesi verdiği bir apartman, bir türlü güvende hissetmediği gündelik bir yalnızlık… Özellikle apartmandaki iki yaşlı komşu Vartanuş ve Arıknas figürleri, bu atmosferin içinde dikkat çekici. Rum ya da Ermeni olduklarını düşündüğümüz bu kadınlar, tarihsel ve kolektif bir travmanın sessiz taşıyıcıları gibi. Ayça’nın içinde bulunduğu savaşın körüklediği korku ve huzursuzluk ile bu iki kadının gündelik hayatlarındaki endişe ve yalnızlık, aynı toplumun iki ayrı parçası olarak birbirine paralel biçimde var oluyor.
Savaşlarda insanlar ölüm korkusuyla yaşadıkları yerleri terk ederler. Ayça, korkunun içine doğru yol alıyor. Fiziksel olarak bombaların altında değil belki ama zihinsel ve duygusal dünyası bir savaş hâlinde. Irak’a doğru çıktığı yol, onu yalnızca mekânsal olarak değil, duygusal olarak da dönüştürüyor. Bu yolculuk boyunca kamera çoğu zaman Ayça’nın bakışına yerleşiyor. Seyirci onun gözünden bu coğrafyaya bakıyor; bu, yalnızca anlatının değil, Kürt sinemasının da temel estetik stratejilerinden biri: Görülmek ve duyulmak arzusu, anlatının dokusuna sinmiş durumda.
Filme yönelik sansür
Hama Ali bir Kürt, Ayça ise Türk. Film, Kültür Bakanlığı’ndan bir bürokratın İsviçre’deki Culturescapes- Festival’inin yöneticilerine, filmi gösterimden çıkarmazsanız sponsorluktan vazgeçeriz demesi üzerine festivalin programından çıkartılmıştı. Gerekçe olarak Türk bir kadının Kürt bir erkeğe âşık olması gösterilmişti. Toplumsal cinsiyet rolleri, ulusal kimlikler ve sınıf farkları f ilmin içinde olduğu kadar, çevresindeki tartışmalarda da belirginleşiyor…
Ayça’nın güzergâhı Diyarbakır, Van, Urmiye ve Süleymaniye’den geçiyor. Bu rota, yalnızca bir yol değil; tarihsel, kültürel ve politik bağlamları da taşıyan bir hat. Bu yolculukta Ayça, hem kendisini hem de aşkı yeniden anlamlandırıyor. Seyirciye ise şu soruyu bırakıyor: Hayatlarımızda savaşlar olmasaydı ne olurdu?
Gitmek: Benim Marlon ve Brandom, savaşı değil; savaşsızlığı özlemenin nasıl bir şey olduğunu hatırlatıyor. Silahlar sustuğunda ne olur? Hüseyin Karabey’in Gitmek: Benim Marlon ve Brandom filmi, savaşın tam kıyısında duran bir aşk hikâyesiyle, barışın neye benzeyebileceğine dair nadir bir hayal kuruyor.