Kürt meselesinde kalıcı çözüm, güvenlik önlemleri ya da siyasal jestlerle değil, demokratik siyasetin tüm taraflar için eşit ve güvenceli hale gelmesiyle mümkündür. Bu nedenle hem siyasal aktörler hem de Türkiye toplumu, barışın ancak hukukla mümkün olduğunu, silahları susturacak olanın sadece söz değil, güvence olduğunu görmeli ve gereklilikleri yerine getirmelidir
Ayşe Özdemir
Egemenlik biçimlerinin, sınırların ve uluslararası normların yeniden tanımlandığı hızlandırılmış bir tarih jeneriği içinden geçiyoruz. Arap Baharı’yla başlayan, Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan Kafkasya’ya, Orta Doğu’dan Kuzey Afrika’ya dek yayılan savaş ve çatışma süreçlerinin, sadece mikro ve yerel etkiler değil, makro ve küresel etkiler yarattığına tanık oluyoruz. Bu tarihi süreçte, Kürt meselesi de salt Türkiye’nin iç meselesi olmaktan çıkıp bölgesel ve uluslararası düzeyde çözüm bekleyen bir soruna dönüşmüştür.
Bu çetrefilli, iç içe geçmiş küresel ve bölgesel ortamda, Türkiye siyasetinde geçen sene dikkat çekici bir yumuşama işareti belirdi. 1 Ekim’de TBMM’nin yeni yasama yılının açılışında Bahçeli’nin DEM Parti grubu ile tokalaşması, yıllardır milliyetçi söylemlerle kuşatılan siyasette sembolik bir dönüşüm ve iyi niyet beyanı olarak kayda geçti. Bu dönüşümü, MHP lideri Bahçeli’nin daha uzlaşmacı bir tonla Kürt meselesine dair konuşmaları izledi. Takip eden süreçte, 43 aydır mutlak ve sistematik bir tecride tabi tutulan Sayın Abdullah Öcalan’la kurulan temaslar ve nihayetinde PKK’nin silahlı mücadeleyi sonlandırmaya yönelik açıklamaları, önemli bir eşiğin aşıldığını gösterdi.
Aradan geçen süre zarfında tüm bu gelişmelerin kalıcılığı, bu açılımın sembollerle sınırlı kalıp kalmayacağı sorusunu ve gerçek, sürdürülebilir bir çözümün, hukuk devleti ilkesinin güçlendirilmesi ve aktörlerin karşılıklı güvencelere dayalı olarak hareket edebileceği bir zeminin oluşturulması beklentisini beraberinde getirmiştir.
Türkiye’de yeni anayasa tartışmaları ve Meclis’te kurulması planlanan anayasa komisyonu, sadece teknik ve sembolik bir hukuk reformu girişimi değil, aynı zamanda barış, toplumsal mutabakat ve birlikte yaşama iradesi bakımından da tarihsel bir fırsat alanı sunmaktadır. Kürt meselesi gibi karmaşık ve tarihsel bir sorunun çözümünde, silahların susması ve siyasal diyalogun tesisi kadar, bu süreci sürdürülebilir kılacak hukuki güvencelerin inşası da yaşamsal önemdedir. Bu güvenceler, salt belli taraflara değil, tüm topluma yönelik eşitlikçi bir teminat anlamına gelir.
Yeni bir anayasa, çatışma çözümünün sadece sonucu değil, öte taraftan koşulu olarak görülmelidir. Gerçek bir çözüm, tarafların birbirine iyi niyet göstergeleri sunmasından değil, hakların ve özgürlüklerin hukuk zemininde güvence altına alınmasından geçer. Anayasa meselesi, teknik bir metin tartışmasından çok, toplumsal sözleşmenin yeniden yazımıdır. Bu sözleşmenin kapsayıcı, çoğulcu ve adil bir şekilde kurgulanması, Kürt meselesinin çözümünde kalıcı barışa ulaşmanın en kritik adımlarından biridir. O yüzden, anayasa ve hukuk reformu tartışmalarının merkezine “güvence”, “hukuk devleti” ve “eşit yurttaşlık” ilkeleri yerleştirilmeden atılacak her adım eksik kalacaktır.
Kürt meselesinin çözümünde hukukî güvence ve siyasal mutabakatın rolünü idrak etmek için sadece Türkiye içi dinamiklere değil, dünya çapında benzer çatışma deneyimlerine de bakmak gerekir. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Avrupa’dan Asya’ya kadar etnik, bölgesel ya da siyasal nitelikli pek çok iç çatışma ve kriz, sadece silahların bırakılmasıyla değil, çözüm süreçlerinin hukuki ve anayasal güvencelere kavuşturulmasıyla kalıcılaşmıştır. Güney Afrika’da apartheid rejiminin sona erdirilmesi, Kolombiya’da FARC ile imzalanan barış anlaşması, Kuzey İrlanda’da uzun süren çatışmaların ardından varılan “Good Friday-Kutsal Cuma” mutabakatı, Nepal’deki anayasal dönüşüm süreçleri, çatışmanın toplumsal ve siyasal düzeyde çözümü için tarafların karşılıklı güvencelere kavuştuğu, hukuki bir çerçevenin tesis edildiği örneklerdir.
Bu örneklerde ortak olan şey egemenlik ve nüfuz mücadeleleri tümüyle sona ermese de, hukuk devleti ilkesi ve güvenceli toplumsal sözleşmeler sayesinde siyasal enerjiler yıkımdan inşaya yönelmiştir. Aksi örneklerde ise, yani hukuki teminatların bulunmadığı tüm süreçlerde kalıcı barış sağlanamamış, çatışmalar donmuş ya da yeniden şiddetlenmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin de Kürt meselesi bağlamında benimsediği çözüm modelinin merkezine “hukuku ve güvenceyi” yerleştirmesi, tarihsel deneyimlerin sınanmış bir sonucudur. Hukukun olmadığı yerde güven yoktur, güvenin olmadığı yerde ise barış, bir söylemden öteye geçemez, kalıcılaşamaz ve toplumsallaşamaz.
1 Ekim 2024’teki sembolik tokalaşmayla fiilen başlayan yumuşama sürecinin üzerinden yaklaşık on ay geçti. Bu süre zarfında, çözüm iradesinin ortaya konulduğu çok sayıda kritik adım atıldı. PKK’nin fesih kararı, silah bırakma ve ateşkes çağrıları gibi pratikler, hem iyi niyet beyanı hem de yeni bir toplumsal barış zeminine duyulan ihtiyacın ifadesi olarak değerlendirildi. Dünya deneyimlerine bakıldığında bu adımların, tek başına kalıcı bir çözüm üretmekten uzak olduğunu, karşılıklı girişimlerin bu süreci nihai bir çözümle buluşturabileceğini söylemek mümkündür.
Kürt meselesi, sadece iktidar ve muhalefet bağlamında Türkiye içindeki güç dengeleriyle değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel dinamiklerle de şekillenen, çok aktörlü, çok faktörlü bir meseledir. Bu nedenle çözüm, sadece taleplerin ifade edilmesiyle değil, bu taleplerin hukuki güvence altına alınarak pozitif entegrasyonun sağlanmasıyla mümkündür. Gerçek bir barış ve demokratik normalleşme, özgürlükleri güvence altına alan yasal düzenlemelerin ve özgürlükler yasasının hayata geçirilmesiyle anlam kazanır. Çünkü barışı koruyacak, kalıcı hale getirecek ve onu ruhuna uygun yaşanılır kılacak olan semboller değil, hukukun kendisidir.
Bu noktada sorumluluk sadece iktidarın omuzlarında değildir. Çözümün muhatabı, taşıyıcısı, siyasal partiler, Meclis iradesi, STK’lar ve toplumun tüm kesimleridir. Barış, ancak kolektif sorumlulukla mümkün olur, hukuk ise bu kolektif sorumluluğun hem zemini hem de teminatıdır. Çözümün bir siyasi taktik değil, hukuken bağlayıcı bir gelecek tahayyülü olduğunun anlaşılması, sürecin başarıya ulaşması için hayati önemdedir.
Sayın Abdullah Öcalan, 27 Şubat’ta mutlak bir tecritten çıkmasının ardından, kamuoyuna hitaben uzun yıllar sonra ilk kez bir deklarasyon yayımlamış, taraflara doğrudan çağrıda bulunmuştu. O gün, çözüm sürecinin simge isimlerinden merhum Sırrı Süreyya Önder, açıklama sonrasında dikkat çekici bir anekdot paylaştı. Sayın Öcalan, yazılı metne girmeyen ancak sözlü olarak ilettiği bir notta, “Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi; demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” demişti.
Bu anekdot bir yorum ve temenni değil, sürecin en kritik eşiğini, yani silahsızlanmanın da siyasal dönüşümün de ancak “hukuki güvence” temelinde gerçekleşebileceğini gösteren güçlü bir yol haritasıydı. Aradan geçen sürede, bu notun işaret ettiği temel gerçek daha da berraklaşmıştı. Kürt meselesinde kalıcı çözüm, güvenlik önlemleri ya da siyasal jestlerle değil, demokratik siyasetin tüm taraflar için eşit ve güvenceli hale gelmesiyle mümkündür. Gelinen noktada hukuki boyut ertelenemez, çünkü güvence olmadan çözüm ilerlemez, kalıcılaşmaz. Bu nedenle hem siyasal aktörler hem de Türkiye toplumu, barışın ancak hukukla mümkün olduğunu, silahları susturacak olanın sadece söz değil, güvence olduğunu görmeli ve gereklilikleri yerine getirmelidir.