Şiirin bir tanımını yapması istendiğinde bunun aslında yaşamın tanımı demek olduğunu, içinde bütün sanatların zenginliğini taşıdığını belirtir 2002 yılının 24 Temmuz’unda dizelerini kavganın bağrına bırakarak yaşama gözlerini yuman şair. Antik Çağ’da Platon’un “Kanatlı söz” tanımının ise en sevdiği tanım olduğunu ekler. Kendi dizeleri de Platon’u doğrular gibi kanatlanıp bugüne ve geleceğe uçmuyor mu? Günümüzün kaotik, karmaşık ve herkesi kendi dünyasına hapsetmeye adanmış gardiyanlar dünyasında yüzünü bir ay çiçeği gibi güneşe dönenlerin sıkıca sarıldığı, güç aldıkları “Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek/Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” dizeleri kanat çırpışlarındaki ahengin yarattığı ferahlıkla yüreklerimizi de havalandırmıyor mu?
Her şeyin bittiği, zifiri karanlıkların çöktüğü anları tarifledikten sonra bile “Gün bitse bile gökyüzünde/Günler daha mühürlenmedi/Çünkü dilde söz/Çiçekte renk/Zamanda gelecek bitmedi” diye ekler güven verecek, “zamanda geleceğin bitmediği” duygusuna sizi de sıkıca sarılmaya ortak edecek bir bilinç ve ruh yayar çevresine.
12 Eylül sonrası şiirinin doruk noktası olur. Bir devrime evrilecek güçte olan halk hareketinin öncü güçlerinedir tüm sitemi. Neden misyonlarına uygun bir hazırlık yapmamış, neden umutlarını umutları bellemiş halkı öylece bırakıp cuntanın ezici gölgesi altında silinivermişlerdi? “1 Mayıs sabahı karanfillerde/15Haziran’da bütün dillerde/Kavel’de, Tariş’te yürek ellerde/yok muydu yarını gören bir usta/Bir gören usta” diyerek böyle bir tarihe sahip olunduğunu vurgular ve içten bir sitem, sonrasında öfkeyi katıverir dizelerinin ritmine.
Yaşamın, doğanın, tarihin, mitolojinin, kendisinden öncekilerin dizelerinin ruhunun en çok da karanlığı yarıp geçen direngenliğin şairidir Adnan Yücel. Şiirinin dokusunu tarihsel materyalist bir anlayışla örer. Ta ilk çağlardan alır insanlığın hikayesini. Doğayla barışık ve kardeşçe yaşanan zamanlardan… Sonra mülkiyet ilişkilerinin, sayısız isimle anılan tanrıların, beylerin, saltanatların, çizilen sınırların hikayesini imgeleştirir. Bütün hikayelerde hep ezen ve ezilenler vardır, o bütün hikayelerde ezilenler adına “biz” olarak konuşur.
Her dönemi “kahramanlarıyla” yani tarihsel koşulların ortaya çıkardığı öncülerle birlikte resmeder. 12 Eylül sonrasındaki o ezici, yozlaştırıcı, dağıtıcı iklimin içinden patlayan zindan direnişleri ya da bir avuç da kalsalar inatla mücadele eden, emekçilere ulaşmak için her yolu deneyen komünistleri dizelerinin baş kahramanı kılar. “Ne zaman başlasa bir zulüm tufanı/Bir çığlık düşse sulara/Sığmazdınız kabınıza, taşardınız” der onlar için.
Kürdistan, şiirinin özel bir yerinde durur. “Diyarbakır zindanında yaşananlar bana o şiiri yazdırdı” dediği Ateşin ve Güneşin Çocukları’nda da tıpkı Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’teki ruh vardır. Bir yandan zengin imgelerle Mezopotamya tarihini anlatır, Kürtlerin Şamaş’ından, Ninsun’dan, Zigurratlardan, nehirlerinden bahseder, diğer yandan o ilk çağlarda yaşadıkları topraklardaki tüm halkları bir törende nasıl “Gönül gönülle bütünleştirdiklerinden” …
Sanki bugün de bunu yapabileceklerini, ama önlerindeki tehlikeleri bilerek hareket etmeleri gerektiğini söylüyormuş gibi.
Sonra “karanlık yiyen-kan içen tanrılar” dönemi başlar. Asur Kralı Dehak bunlardan biridir. Genç beyinler yiyerek yaşar. Bölge halkları bu zulüm karşısında tekil direnişler sergiler, ama çaresiz kalır. Dehak’ın zulmüne oğul veren Kürt demirci Kawa bu çaresizliği cesaret ve cüretiyle bozar. Dehak’ın beynini balyozuyla parçalarken tüm halkların tekil ateşlerini birleştirir.
Böyle bir tarihten, halklar bahçesinin yapıcılığından gelen Kürtler daha sonra, “Ah o peş peşe gelen kasırgalar/Beyler-krallar-peygamberler ve tanrılar” devri içinde un ufak olurlar. Şair bu tarihin en kırılgan anını ihanetle özdeşleştirerek anlatmaya devam eder. Ahvaz’dan başlatarak devam eder, İdris-i Bitlisi’ye gelir. Sonra sayısız Kürt isyanı şeklinde uzayıp giden bir zincir sıralar dizelerle. Ama “Sense bir çınar ağacısın yeryüzünde/Budanmış da olsa dalların/Bakarsın hala yaz bahar yeşil yeşil” diyerek sönmüş ateşteki korların hiç bitmediğini anlatır, isyanların bunun en somut ifadesi olduğunu…
Son Kürt isyanına gelir sıra. Mayası Diyarbakır zindanlarındaki vahşete karşı duruşla atılır. İhanetin, teslimiyetin, onursuzlaşmanın ateşle yakılıp temizlenmesiyle… Şair bunu “Kavga dağlarda bilinci kuşanmış/Zindanlarda dirence sarılmıştı/Ve haykıran dudaklar/Her ihanet vakti çöl çöl yarılmıştı” diye döker dizelere.
Adnan Yücel bu nehir şiiri ‘92’de o “Beyaz Toroslar” devrinde yazarak düşündüğü gibi yaşadığını göstermiş bir şairdir. Örgütlü bir devrimci-komünist şair olması da şiirlerinde yerden yere vurduğu teslimiyet karşısındaki samimi duruşunun turnusolüdür zaten. O dizelerde 12 Eylül’e teslim olanlara duyduğu öfke ya da direnenler karşısındaki coşkulu duygu patlamaları boşuna değildir. Şiiri de düşündüğü, yazdığı, eylediği gibidir.
Onun dizelerindeki gelecek bilincini, sömürü ve zulme karşı duyduğu keskin öfkeyi kavgamıza katık etmeye devam edeceğiz.