Ülkenin farklı halkları ve inançları dışlayarak Türk-Sünni egemenliğini esas alan despotik ulus yapısının kriz içine girdiğini, diğer krizlerin yanısıra bir de “Ulus Krizi” içinde olduğumuzu uzun bir dönemdir vurguluyorum.
Evet, çoklu krizlerin içinde çırpınan ülkemizde nedense kendisinden pek bahsedilmese de, çözümünü gittikçe artan bir şiddette talep eden bir kiriz var!
Dikkat, söz konusu kriz, bir “ulus devlet” içinde yaşadığımıza göre, aslında tam da ayağımızı bastığımız zeminde yaşanıyor, sarsıntısı arttıkça üstündeki her şey de aynı şiddette sarsılıyor!
Türkiye ulus devleti, henüz bütün güçlerin/özellikle de Kürtlerin katılımına muhtaç olunan kuruluş sürecinde açıklanan 1921 anayasasında nispeten demokratik bir yapıya sahipken, içindeki demokratik ögeler Ankara’daki iktidarın M. Kemal lehine netleştiği dönemde kararlaştırılan 1924 anayasasında despotizm lehine tasfiye edilerek “Türk” ve “Sünni” kimlikleri ulusun temeline yerleştirilmişti.
Yeni devlet, içinde kendisini var ettiği coğrafyanın neredeyse insanlık tarihiyle iç içe geçen ve dolayısıyla binlerce yıla dayanan yerel tarihindeki yaşanmışlıkların ürettiği bütün zenginlikleri yok saymıştı. Ancak, muhtemelen hedeflenen diğer kimliklerin Türk ve Sünni kimlikleri içinde eritilip asimile edilmesi, yaşanan tarihte gerçekleşmedi. Üstelik yeni devlet tam da bu noktalarda yaşanan siyasi ve toplumsal gerginliklerle sürekli zorlandı.
Günümüze geldiğimizde farklı “ulus” projeleri hareket halindedir. Artık “eski” diyebileceğimiz devletin savunucuları olup bitenlere “nasıl olur, imkânsız”, “işte ihanet”, “iç düşmanlar” …vd. öfkeli sözlerle tepki veriyor olsalar da gerçeklik “Türk-Sünni” odaklı ulusal bütünlüğün çözülerek iflas ediyor olmasıdır. Evet, hala “Türk-Sünni” hegemonya var, ama farklı “uluslaşmalar” da yol alıyor.
Peki, ne oldu da buralara geldik?
İttihatçı liderlerin düştükleri açmazı bizzat içinde yaşayarak gören ve onları yok eden ağır zaaflarına karşı tutumlarda konumlanarak kendi bağımsız hattını inşa eden M. Kemal, o dönemin koşullarında kapitalizmin gelişebilmesi için “gerçekçi” bir yolun adresi olarak sivrildi.
1918’den itibaren çoğunlukla yerel İttihatçıların öncülüğünde kurulan ve Anadolu’da yerel düzeyde iktidarlaşabilen “Kongreler” topluluklarında güven yaratan Kemalist tutum zamana yayılan bir süreç içinde öncülüğünü kabul ettirebildi. Anadolu burjuvazisi ihtiyacı olan ulusal pazarını kurabilecek önderini, İttihatçıların “maceracı” tutumlarından ayrışan “gerçekçi” M. Kemal’de bulmuştu.
Ancak M. Kemal muhalif de olsa bir İttihatçı idi. Osmanlı’dan kopup kendi devletlerini kuran her ülke (Yunanistan, Karadağ, Sırbistan, Makedonya, Bulgaristan..vd.), Osmanlı topraklarını korumak için eğitilen ve bizzat farklı cephelerde savaşan M. Kemal’in bilincini zorluyordu. O süreçte “Misak-ı Milli” gerçekçi bir çözüm yolu olarak saptandı. Müslüman olan Kürtler “içerde” kalırken, Osmanlı’dan kopuşma iradesini taşıyan ve bölgeye yerleşen İngiliz ordusu tarafından desteklenen Müslüman Araplar “dışarda” bırakılıyordu.
Açmazlar
M. Kemal çözülen Osmanlı devletinin yerine yenisini kurarken başkalarının yansıra iki önemli “dinamiti” yeni devletin içine yerleştirdi.
İlki, henüz yolun başında komünistleri tasfiye etmesidir. Korkusu anlaşılır; Halk İştakiyyun ve Çerkez Ethem’in ittifakının güç dengelerinde zaten özel bir konum kazanmışken bir de M. Suphi önderliğindeki TKP’nin Ankara’ya gelip söz konusu ittifaka girmesi kuruluş sürecinin Osmanlı ordusunun subaylarının öncülüğünde inşa edilen yapısını değiştirebilirdi. Hele o zaman büyük itibara sahip olan yeni Sovyet devletinin coğrafi komşuluğu da hesaba katılırsa neyin nereye gideceği belli olmazdı. M. Kemal kendi burjuva önderliğinin geleceği açısından önlem alıyordu.
İkincisi, onca Batı öykünmeciliği ve bu tutumun altında yatan pozitivist bilincine rağmen M. Kemal öfkeyle tepki duyduğu Osmanlı coğrafyasındaki gericiliklerin hepsinin tarihsel kurucusu olan antika sermaye güçleri tefeci-bezirgan-toprak ağası bloğunu yeni devletin kurucu önderliği içine yerleştirmesidir. O, pragmatist bir burjuva önderidir ve sınıfsal eğilimlerine uygun olarak komünistleri tasfiye ederken, gerici antika sermaye güçlerini henüz zayıf olan Anadolu sermayesinin yanına yerleştirmiştir.
Hem “güç dengeleri” bunu gerektirmektedir hem de “burjuva demokratik” bir siyasal alan yerine despotizme yönelişin adımları atılmaktadır. Sermaye birikiminin “kılçıksız” yaşanması hedeflenmektedir ve nitekim hedefe de ulaşılmıştır.
“Bağımsızlık” ve “kalkınma” gibi hamlelerinde kendisiyle birlikte davranacak hem de “eğiterek” o hamlelerin demokratik içerik kazanmasında öncülük yapacak komünistleri, kendisine rakip olacakları korkusuyla tasfiye eden M. Kemal, yaptığı ve yapacağı bütün “Batılılaşma” hamlelerinin en büyük düşmanı olan üretimden kopuk antika asalak sınıfları iktidara ortak ediyordu. O güçlerin bugünkü temsilcisi, Erdoğan’dır. Binlerce yılın tecrübesiyle o zaman “güç karşısında eğilip zamanının gelmesini” bekleyenler şimdi iktidara gelip kendi kurduğu devleti tasfiye ediyorsa, sorumlusu bizzat M. Kemal’dir.
O arada, M. Kemal’in her “başarılı” tasfiyesinde, ki bu tasfiyelere liberal bir zemini savunan eski silah arkadaşlarına 1926’ da dayatılan tasfiyede eklenmelidir; M. Kemal’in Osmanlı ordusunda edindiği despotik iktidarlaşma eğilimi bir eşik daha atlıyor ve yeni devletin genetiğine ölümcül bir gen olarak yerleşiyor, devlet Ordu merkezli oligarşik-totaliter bir yapıda inşa ediliyordu
“Devletçilik” politikalarıyla önü açılan modern sermayenin gelişmesiyle kendisi de gelişen işçi sınıfı ve bütün halk güçleri “demokrasi” mücadelesinde odaklanıyor, Kemalist düzenin başka bir gerilim alanı da bu noktada oluşuyordu.
Günümüzde, tam da yukarda belli başlılarını saydığım noktalardan ivmelenen bir süreç içinde, eski “ulus” yapısı şimdiki toplumsal bütünlüğün sürekliliğini sağlayamıyor ve aynı ulus içinde farklı “uluslar” ve “özgün toplumsallıklar” hareket edip, güç topluyor.