Susturulmuş tarihlerin, eksik kalmış kucaklaşmaların, unutulmuş mezarların üzerinden geçti ve o acıyı stranlara çevirdi. Onu Amed’in toprağına almadılar, ama Amed’in çocukları hala onun sesini mırıldanıyor
Amed Dicle
Aram Tigran’ın sesi, bir halkın kalbi kırıldığında çıkan sesti; bir diğer halkın dili yasaklandığında ortaya çıkan bir tür teselli. O ses, sadece kulaktan kulağa dolaşan bir melodi değil; soykırımdan sağ çıkmış bir çocuğun, sürgünde açılmış gözlerinin, öksüz kalmış şehirlerin, suskun dillerin, yarım kalmış cenazelerin ve duyulmamış ninnilerin iç içe geçtiği büyük bir hafızanın yankısıydı.
Aram, Qamişlo’nun tozlu sokaklarında bir Ermeni çocuğu olarak büyürken, kulak verdiği ilk ezgiler Kürtçe ninnilerdi. Babasının 1915’te ölümden kurtuluşuyla açılan hayatta kalma alanı, Kürtlerin evinde, onların dilinde, onların sofralarında genişledi. Aram bu dili bir okuldan değil; bir annenin sessiz duasından, bir dengbêjin sabaha kadar süren kılamından, bir ananın oğluna öğüt veren gözlerinden öğrendi. Kürtçeyi bir lisan gibi değil, yaşamanın ve anlamanın kendisi gibi taşıdı. Bu yüzden Aram Tigran, sadece şarkı söyleyen biri olmadı; o sesin kendisi oldu. O ses, Kürtçe’nin kalbinden yükselen bir Ermeni ağıdı, Ermenice’nin içinden geçen bir Kürt stranı, Ortadoğu’nun çorak topraklarında yeşeren bir barış sesiydi.
Aram Tigran’ın müziği, sesin sadece bir enstrüman değil; bir halkın suskunluğuna karşı yükselen en kadim direniş biçimi olabileceğini gösterdi. Onun şarkılarında ağlayan bir anneyle direnmekten vazgeçmeyen bir halk yan yana yürüdü. Her ezgi, önce bir yitimin ardından yakılmış yas gibi yükseldi; sonra sessizliğe gömülmüş halklar arasında yankılanan bir barış çağrısına dönüştü. Bu yüzden Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan, onun sesini ilk kez Ankara’da duyduğunda, yalnızca bir sanatçının melodisini değil; susturulmuş dillerin, unutulmuş kardeşliklerin ve kurulmamış geleceklerin çığlığını işitti. “Bu ses ölmemeli, yaşamalı mutlaka,” dediğinde, Aram’ın sesine yüklediği anlam yalnızca bir beğeni değil; ruhu sarsan, düşünceyi yerinden oynatan bir sezgiydi. Çünkü o ses, sadece yasaklı bir dilde şarkı söyleyen bir Ermeni’nin sesi değildi; o ses, Ortadoğu’nun parçalanmış halkları arasında hala kurulabilecek bir bağın sesi, bastırılmış bir ütopyanın kırılgan yankısıydı. Öcalan’ın ona “Ortadoğu’nun bülbülü” demesi, yalnızca bir sanatçıyı değil; halkların birlikte yaşayabileceği ihtimali, yani barışın şiirsel bir tasvirini adlandırmaktı.
Aram Tigran için Kurdî, sadece bir ifade aracı değil; hayatın, bağlılığın, sadakatin ve tanıklığın kendisiydi. O dili öğrendiği ev, yalnızca bir sığınak değil; o dili konuşanlarla kurduğu ilişkinin yeryüzündeki ilk yankısıydı. Henüz çocukken, annesinin ellerinden yemek yerken öğrendiği kelimelerle, yıllar sonra milyonların önünde stran söyledi. Bu dille ağladı, bu dille sevdi, bu dille insanlara dokundu. O yüzden Aram’ın Kürtçesi bir sesleniş değil, bir aidiyetin iç sesi gibiydi. Kürt halkının direnişiyle, Ermeni halkının kaybı arasında duyulan o kırık sessizliği, kendine has sesiyle yeniden kurdu. Ermeni kimliğini hiçbir zaman inkar etmedi; ama Kürt halkının kederine ve kavgasına ses olurken, bir halkın sesi nasıl başka bir halkın kalbi olabileceğini gösterdi. Tam da bu nedenle, Aram’ın stranları bir etnik aidiyetin ötesinde, halkların birbirine tuttuğu ayna gibiydi. Onun sesi, sınırları aşan; acıyı, sevgiyi, minneti ve barışı aynı ezgide taşıyan bir ahlakî hafıza haline geldi.
Çocukluğu, Aram’ın sanatını kuran ilk zemin oldu. Babası, 1915’te Ermeni Soykırımı’ndan sağ kurtulmuş bir adamdı. Hayatları sürgünle başlamıştı. Ama bu sürgün, sadece toprakla ilgili değildi; dilin, kimliğin, hatta bir çocuğun hangi dille ağlayıp hangi dille susturulacağına kadar uzanan bir dağılmaydı bu. Qamişlo’daki Kürt komşularıyla kurdukları ilişki, Aram’ın sadece hayatta kalmasını değil, anlam bulmasını da sağladı. Henüz çocuk yaşta fark etti ki, bazı insanlar doğdukları dili kullanarak büyür; bazıları ise sığındığı dille hayatta kalır. Aram, Kürtçe ile hayata tutundu. İlk melodisini annesinin hüznünden, ilk kelimelerini yaşadığı evin sessizliğinden aldı. Onun sanatı, çocuklukta kurduğu bu sessizliğin içinden konuşan bir hafızanın devamıdır.
Bu hafıza, yalnızca bir sanatçıyı değil, halklar arası bir vicdanı taşıyordu. Aram’ın çok dilli repertuarı (Kürtçe, Ermenice, Arapça, Süryanice, Türkçe ve Yunanca) yalnızca müzikal bir zenginlik değil; her biri bir acının, bir sürgünün, bir kayboluşun diliydi. O, bu dillerle sahneye çıktığında, çok kültürlülüğün dekoratif bir temsilini değil, halklar arası bir tanıklığı sahneye taşıdı. Her dil, onun sesinde birer hatırlatmaya dönüştü: Aram, Ermeni halkının büyük felaketini Kürt halkının yasına dokundurarak birleştirdi; Arapların kayıplarını, Süryanilerin sessiz hafızasıyla aynı şarkının içinde dile getirdi. Onun için müzik, sadece halkların kimliklerini görünür kılmak değil; birbirlerinin yarasını taşıyabilecekleri bir zemin yaratmaktı. Müziği, bastırılmış halkların suskunluğunu delen; onları yalnızlıktan çıkaran, birbirine yeniden komşu yapan bir sestir. Aram’ın sesinde sınırlar eridi, tarihler konuştu, coğrafyalar birbirine dokundu. Bu nedenle onun stranları, yalnızca melodik yapısıyla değil, taşıdığı tarihsel ve ahlaki yükle ayakta kaldı.
Ama belki de bu müziğin en çarpıcı etkisi, sadece halklar arası duygusal bağ değil; bir halk hareketinin zihinsel dönüşümünü etkilemesidir. Abdullah Öcalan, Aram’ın sesinde yalnızca Kürtçe’nin melodisini değil; halkların birlikte yaşayabileceği, birbirinin yarasını taşıyabileceği bir dünyanın ihtimalini duydu. “Şahsi ozanım” dediğinde, bu söz bir sanatçıya duyulan hayranlık değil; bir politik tahayyülün duygusal temeliydi. Aram’ın stranları, Kürt özgürlük mücadelesinin kültürel zemininin mayalanmasında doğrudan etkili oldu. O ses, sadece duygusal bir teselli değil, kolektif bir bilincin kurulmasında işlev gördü. Aram’ın müziği, halkların unutmaya zorlandığı tarihlerini, yeniden hatırlamanın yollarından biri haline getirdi. Ve bu yüzden, onun adı sadece bir kasette, bir plakta değil; bir halkın dilinde, evlerinde, direnişlerinde ve dualarında yaşamaya devam etti.
Aram Tigran’ın müziği, tıpkı onun duruşu gibi; gösterişten uzak, ama içinde çağları titreten bir derinlik taşıyordu. Sahneye çıktığında yıldız gibi parlamazdı; ellerini ağır ağır iki yana açar, gözlerini yavaşça kapatır, her dizeyi sanki kalbinin en dip odasından çıkararak söylerdi. Bu bir performans değil, acıya duyulan saygının, halkına beslediği bağlılığın ve ruhuna sinmiş o sahici tevazunun yalın bir ifadesiydi. Alkış beklemezdi; çünkü sesiyle halkının gözyaşına omuz veriyor, kendi varlığını değil, onların sesini taşıyordu. Aram, sesini yüceltmek için değil, onunla yere kapanmak için şarkı söyleyen bir sanatçıydı. Stranlarındaki sadelik, bin yıllık bir yasın dilini taşırdı. Onun müziği, Ortadoğu’nun acıyla estetik arasında kurduğu o ince ve kırılgan çizgide, sessiz ama sarsıcı bir yürüyüştü. Ve her kılamda, cümbüşünü kalbine sarar gibi tutar, telleri sanki bir halkın yarasına dokunurmuşçasına titreştirirdi. O, şarkı söylemezdi sadece; halkını anlatan sesi olurdu.
Ve o hayat, tamamlanmadı. Aram Tigran’ın ömrü, bir sese dönüşen hasretin hikayesiydi. Amed onun için sadece bir şehir değil; bütün bu hikayenin tamamlanmak istediği yerdi. 2006’da ilk kez geldiği bu kadim şehirde, halkın ona gösterdiği ilgi bir sanatçının hayranlıkla karşılanması değildi; evinden uzak düşmüş bir oğulun yeniden bağra basılmasıydı. 2009’da, Amed’e ikinci kez geldiğinde, rahatsızlandı ve Atina’ya döndü. Orada, sürgünde, gözlerini yumdu. Vasiyeti yalındı ama çok derindi: “Beni Amed’e gömün.” Bu dilek gerçekleşemedi, çünkü engellendi. Bedeni Brüksel’e gömüldü. Mezarına Amed toprağı serpildi; ama herkes biliyordu ki bu, gerçek bir kavuşma değildi.
Aram Tigran’ın sesi hala Amed’in sokaklarında, stranlarında, evlerinde yankılanıyor. Ama kendisi, ait olduğu yere varamadan bir kez daha sürgünde kaldı. Onun yarım kalan vasiyeti, sadece kişisel bir acı değil; halklar arası barışın hala tamamlanmamış oluşunun bir simgesidir. Aram Tigran bu yüzden ölümsüzdür: Çünkü onun sesi, bir halkın diline sığınan bir başka halkın kalbi gibi çarptı.
Susturulmuş tarihlerin, eksik kalmış kucaklaşmaların, unutulmuş mezarların üzerinden geçti ve o acıyı stranlara çevirdi. Onu Amed’in toprağına almadılar, ama Amed’in çocukları hala onun sesini mırıldanıyor.
Ay Dilberê’nin hüzünlü nakaratında bir halkın yitirdiği sevgili var. Lê lê Rihê’de, sürgün yollarının taşıdığı kimsesiz ağıtlar.
Ve bu yüzden o ses, her yeniden çalındığında bize bir şeyi hatırlatır: Aram’ın sesi, artık bir stran değildir; yarım kalmış bir vedadır. Ve o veda, her dinleyenin kalbinde yeniden başlar.