Önce merkezi sınavlarda ortaya çıkan şaibeler, ardından akademide tez çalışmalarının -para karşılığında- başkalarına yaptırıldığı haberleri ve şimdi de diploma ve diğer resmi belgelere ilişkin sahtecilik skandalı… Bunlar şimdilik bildiklerimiz, yarın neyle karşılaşırız bilemiyoruz.
Sahteciliğin son dönemde sınavlar, akademik çalışmalar ve diplomalar üzerinde yoğunlaşması tesadüf değil. Neoliberalizmle birlikte emek piyasasında “eğitimin rekabette üstünlük sağlamanın yegâne aracı olduğu” algısı yaratıldı. Emeğin alınır-satılır bir mal (meta) olduğunun emekçilere de kabullendirildiği ve piyasa değerinin arttırılması için diploma, sertifika vb. belgelerin şart koşulduğu bir ortam oluşturuldu. Böylece bir taraftan zorunlu eğitimin süresi uzatılırken diğer taraftan yükseköğretime olan talep hızla arttı. Talebin artmasıyla birlikte devletin eğitime ayırdığı kaynak azaldı ve eğitim, sermaye için cazip bir kâr alanı haline getirildi.
Artık anaokulundan yükseköğretime kadar her kademedeki eğitim, parası olanın parası kadar edinebildiği bir hizmet haline geldi. Özellikle yükseköğretimde, kamu üniversitelerinin sayısı ve öğrenci kontenjanları artarken verilen eğitimin niteliği düştü; yükseköğretim kurumundan alınacak bir diploma, akademik bir eğitimle edinilecek bilgi ve yetkinlikten çok daha önemli hale geldi! Dolayısıyla metalaşan eğitim sisteminde diploma, eğitim-öğrenim programının başarıyla tamamladığını gösteren bir yetkinlik belgesi olmaktan çıktı.
Eğitimin çıktısı olarak kabul edilen diplomanın fetişleştirilmesi ve ardından parayla edinilebilen bir mala dönüşmesi karşısında her fırsatı değerlendirmeyi marifet bilen düzenbazların (kapitalizminde bunlara girişimci denir), kimi cemaatlerin ve siyasi rant peşinde koşanların boş durması beklenemezdi elbette. Önce merkezi sınavlarda yapılan sahtekârlıkla, milyonlarca gencin yıllarca emek harcayarak girmeye çalıştığı yükseköğretim kurumlarına hak etmeyenler sokuldu, sonrasında da bunların -yine hak etmedikleri halde- mezun olmaları sağlandı.
Son günlerde ortaya çıkan skandallarla anlaşıldı ki, sahtekarlıkta yeni bir boyuta geçilmiş! Giriş sınavlarına hazırlıkla başlayan eğitim-öğrenim süreci için gereken zaman da kaybedilmeden -belki diploma alınan kuruma dahi uğranmadan- mezuniyet belgeleri, para karşılığında satılır ya da siyasi patronaj sayesinde edinilir olmuş.
Eğitim sistemindeki sınav şaibeleri, tez ve diploma skandalları, sadece bir kısım düzenbazın birilerinin hakkını gasp ederek, bulunmamaları gereken makam ve mevkileri işgal etmelerini sağlayan sahtekârlıklar değildir. Zira hastalandığımızda teşhis koyan ve hatta ameliyat edecek olan doktor, aslında bir gün bile tıp fakültesinde bulunmamış olabilir. Ya da oturduğumuz konutun statik hesapları tek bir gün mühendislik eğitimi almamış biri tarafından yapılmış olabilir. Veya büyük çabalarla girilen üniversitelerde ders veren ya da televizyon ekranlarında “uzman” kimliğiyle ahkâm kesen, adının önünde koca koca unvanlar bulunan bir öğretim üyesinin aslında hiçbir akademik çalışması bulunmayabilir. Dahası hayatında tek bir hukuk kitabı okumadığı halde yargıç cübbesi giyen bir zatın verdiği kararla geleceğimiz karartılabilir.
Bunlar sınav ve diploma sahteciliğinin yaratabileceği sorunlardan ilk akla gelenlerden sadece birkaçıdır. Sahtecilikle ilgili açılan davaların iddianamelerine ve kimi sanık ifadelerine bakılırsa mesele sadece eğitimle de sınırlı değildir. Bahadır Özgür’ün Halk TV haber sitesindeki 5 Ağustos tarihli makalesinde yer verdiği üzere dijital ortamda MİT’ten, Adalet Bakanlığı’na Sağlık Bakanlığı’ndan Gelir İdaresi Kurumu’na, Tapu ve Kadastro Dairesi’ne kadar devletin neredeyse tüm kurumlarına sızılmıştır. Böylece bilişim güvenliğini sağlamak için oluşturulan devletin dijital altyapısı, bırakın yurttaşların ve devletin verilerini güvende tutmayı her türlü suçun zemini haline gelmiştir (https://halktv.com.tr/makale/dijital-devlet-isgali-girilmedik-kurum-yok-960906).
Devletin ve halka ait verilerin saklandığı “en mahrem” ortamların, sahtekârların fink attığı bir alana dönüşmüş olması, devlet içindeki çürümenin bir tezahürüdür. Bu çürüme sadece sözü geçen sahtekârlıklarla sınırlı değildir. AKP iktidarı, sermayenin ve kendi iktidarının bekâsını korumak için toplumun genel çıkarlarından büsbütün uzaklaşarak toplumsal meşruiyetini kaybetmiştir. Demokrasi içinde rıza üretemeyen iktidarların bekâsını korumak için başvurdukları yol, kaçınılmaz olarak otoriteleşmedir. Otokratik rejimlerde iktidarı korumakla mükellef olan devlet organlarından adaletli olmaları ya da halkın yararı için çaba sarf etmeleri beklenemez. Başta yargı olmak üzere emniyet teşkilatı, ulusal istatistik kurumu, maliye, eğitim, sağlık bakanlıkları vb. kamu kuruluşları, iktidarı korumak için toplumdan uzaklaştıkça adaletten ve gerçeklerden de uzaklaşır ve çürümeye başlar.
Otokrasilerde devlet kurumları çürürken, devletin hakkı, hukuku, adaleti sağlamasından umudunu kaybeden halk kesimlerinde de yozlaşma emareleri görülür. Düzenbazlığa yatkın olanlar her türlü sahtekârlığı, hırsızlığı, yolsuzluğu yapmaya çalışırken, bir kesim bunlardan yararlanarak çıkar sağlama çabası içine girer. Otoriter yönetim altında hakkını arama yolları kapanmış olan halkın geniş kesimi ise uğradığı haksızlıklar sonucunda daha da yoksullaşır, yoksunlaşır ve zamanla bu çürümüş düzeni kabullenir, yozlaşır.
Otoriterlik, çürüme ve yozlaşma çarkında debelenen Türkiye’nin durumunun en iyi ifadesi
Kanadalı şair, yazar ve müzisyen Leonard Cohen’in ünlü şarkısı Herkes Biliyor (Everybody Knows)’da geçen şu sözlerde bulunabilir sanırım:
“Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu…
…herkes biliyor, geminin su aldığını
herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini
herkeste bu buruk duygular
sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi”