Diyanet İşleri Başkanlığı’nın geçtiğimiz hafta yayınladığı Cuma hutbesinde İslam’ın mirasta kız ve erkek çocuklar arasındaki paylaşım ölçüsünü değiştirmenin ilahî adalete aykırı olduğu ve kız çocuklarının Allah’ın takdir ettiği hakka razı olması gerektiği ifade edildi (Kur’anda kız çocuklarına erkek çocukların yarısı kadar mirastan pay verilmesi hükmedilir.).
Devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı ve ülkenin tüm camilerinden duyurulan bu hutbe, Anayasa’nın laiklik ve eşitlik ilkeleri ile Medeni Kanuna tamamen aykırı. Anayasa ve yasalara göre Türkiye’de kadınlarla erkekler arasında böyle bir ayrım yapmak mümkün değil. Öte yandan Anayasa ve yasaları tamamen hiçe sayarak Şer’i hukuk hükümlerinin savunuluyor olması, Anayasa’nın laiklik ilkesinin açık biçimde ihlal edilmesi anlamına geliyor.
Diyanet, Anayasa ve yasaları ilk kez bu hutbeyle ihlal etmiyor. Uzunca bir süredir benzer içerikli hutbeler yayınlanıyor. Birçok hutbede seküler yaşam tarzı eleştiriliyor ve kadınların kapanmaları, çocukların kuran kursuna gönderilmeleri gibi telkinlere yer veriliyor. Hutbeler sadece yaşam biçimlerine müdahale edilmesiyle de kalmıyor. Örneğin emekçilerin patronlarına sadık olmaları istenirken, kendilerine verilene razı olup daha fazlasını istemelerinin, haklarını almak için iş bırakmalarının (grev yapmalarının) hainlik olduğu, günah olduğu söyleniyor. Bunun yanı sıra Diyanet’in devasa bütçesi, yöneticilerinin lüks içindeki yaşamları ve aynı zamanda Türkiye’nin gelir ve servet eşitsizliğinde dünyada en ön sıralarda olduğuna bakılmadan halka aza kanaat edip, israftan kaçınmaları telkin ediliyor.
Diyanetin yasaları tanımaması ve laiklik ilkesine tamamen aykırı biçimde dini kullanarak siyaseti ve toplumsal ilişkileri düzenlemeye kalkışması, AKP/saray iktidarının devlet kurumlarını kullanma biçimi ile örtüşüyor. AKP için devletin tüm kurumlarının öncelikle iktidarının bekâsını koruması gerekiyor. TÜİK’ten Merkez Bankası’na, yargıdan kolluk kuvvetlerine, eğitim, sağlık ve kamu hizmeti sunan diğerlerine kadar devlet kurumları için, AKP iktidarının bekâsını korurken hukukun ya da teamüllerin hiçbir önemi bulunmuyor. Bu kurumlar, 23 yıllık iktidarı süresince derinleştirdiği toplumsal sorunlara çözüm üretemeyen iktidarın politikalarını -gerçekleri saptırıp olumlu algı yaratarak- meşrulaştırmak; bunlar işe yaramadığında ise halkın üzerinde baskı kurmakla mükellef kılınıyor.
Bu çerçevede Diyanet’in üzerine düşen ise giderek büyüyen sosyal problemler nedeniyle halkta yükselen tepkiyi dizginlemek için dini kullanarak haksızlıkları, hukuksuzlukları, sömürüyü, toplumsal eşitsizlikleri normalleştirmek ve her koşulda sermayeye ve iktidara biat edilmesini sağlamak oluyor. Diyanet’in dini siyasi iktidarın bekâsı için araçsallaştırması, başka bir ifadeyle Diyanet vasıtasıyla siyasete ve toplumsal ilişkilere müdahale etmesi ve bunun Anayasa ve yasalar göz ardı edilerek yapılması laiklik tartışmalarını da beraberinde getiriyor.
Laikliğin ortadan kalkması, sadece seküler yaşamı tercih edenleri ilgilendiren bir konu değil. Çünkü laiklik aynı zamanda bilimsel düşüncenin, demokrasinin, hukukun, adaletin, kadın özgürlüğünün ve toplumsal barışın da olmazsa olmaz koşulu. Özellikle emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda İslami hareketlerin kullanıldığı ve hatta Suriye’de olduğu gibi cihatçı anlayışların iktidara taşındığı bir coğrafyada laiklik, farklı inançların bir arada barış içinde yaşayabilmesi için de yaşamsal öneme sahip.
AKP’nin dini siyaset için kullanan bir gelenekten geliyor olması ve bu anlayışı çeyrek asıra yaklaşan iktidarı boyunca sürdürmesi, laiklik konusunda kaygıları artırıyor. Diyanet’in hutbelerinin yanı sıra Suriye’de laik-seküler bir yönetime sahip olan Rojava’nın varlığını kabullenememesi ve her fırsatta farklı din ve mezheplerden halklara karşı katliamlarını sürdüren HTŞ’nin tekçi anlayışla kurmak istediği İslam devletine her türlü desteği vermesi de bu kaygıların yersiz olmadığını teyit ediyor.
Otoriter rejimler tarafından kökten dinciliğin ve milliyetçiliğin; demokrasiyi, özgürlükleri ve hukuk düzenini ortadan kaldırarak güçlerini tahkim etmenin ve otokrasiyi meşrulaşmanın aracı olarak kullanılması, tarihte sık rastlanan bir gerçeklik. Bunun en yakın örnekleri İsrail, İran ve Suriye’dir.
Sözün özü: Otoriterliğin siyasal İslam’ı, siyasal İslam’ın da otoriterliği beslediği döngü kırılmadan, demokrasi ve toplumsal barış için sürdürülen mücadelelerin başarıya ulaşmasını beklememek gerekiyor!