Kürdistan’da yaşanan ekokırımı, ekosoykırım olarak değerlendiren ekolojist Agit Özdemir, tarihten günümüze Kürdistan’da ekosoykırım zincirinin işlendiğini söyledi
Kürdistan’da son dönemde artan baraj, maden aramaları ve HES’ler doğada büyük bir felakate dönüşüyor. Yaşananlar ekolojik tahribatın da ötesine geçerek ekokırıma dönüşüyor. TMMOB’dan ekolojist Agit Özdemir, Türk devletinin Kürdistan’daki doğa talanı ve ekokırımı ile nedenlerini ANF’ye anlattı.
Gelecekte yok ediliyor
Cudî Dağı’ndaki ek0-kırıma değinen Agit Özdemir, şöyle konuştu: “Hem çatışmanın hedefi oldu hem de çatışma sonrası madenler, taş ocakları ve ağaç kesimleriyle ekonomik sömürü alanına çevrildi. Savaş sürecinde yaşanan orman yangınları ve zorla yerinden edilmeler, bugün başka araçlarla sürdürülüyor. Bugün bunu ağaç kesimlerinde, dağın tamamının maden sahası ilan edilmesinde ve her bölgeye karakol inşaatlarında görüyoruz. Bu tablo, aslında doğa tahribatının sürekliliğini gösteriyor. Ben bu tabloyu ekosoykırım olarak tanımlıyorum. Çünkü doğa, kültür ve insan birlikte yok edilmeye çalışılıyor. Yok edilenin ne yazık ki yalnızca geçmişin mirası olmadığını, aynı zamanda geleceğin umudunun da bilinçli bir şekilde yok edildiğini söyleyebiliriz”
2000’li yıllarda eko-kırımın boyut değiştirdiğini söyleyen Agit Özdemir, “Bu kez köy boşaltmalarının yerini barajlar, HES’ler, maden ruhsatları, “milli park” ilanları ve özel güvenlik bölgeleri aldı. Cilo-Sat Dağları aynı anda milli park, turizm alanı, askeri üs ve maden sahası olarak tanımlandı. Yani “koruma” adı altında yeni bir kuşatma yaratıldı. 2013–2015 yıllarındaki çözüm süreci sonrasında da farklı bir yöntem izlendi; önce ormanlar “temizlik” ya da “gençleştirme” adı altında kesildi, ardından bu alanlar maden şirketlerine açıldı. Bugün doğa sadece barajlar ve madenler eliyle sermaye birikim süreçlerine sokulmuyor. GES, RES, jeotermal projeleri adı altında da köylülerin meraları, yaşam alanları şirketlere devrediliyor” dedi.
‘Ekokırım değil ekosıykırım’
‘Ekokırım’ kavramı yerine ‘ekosoykırım” kavramını kullandığını söyleyen Agit Özdemir, “Politik açıdan ekosoykırım, ekokırımdan çok daha kapsayıcıdır. Uluslararası literatür ve hukuk çalışmalarına baktığımızda, ekokırımın daha çok çevresel tahribatı teknik bir mesele gibi tarif ettiğini görüyoruz. Oysa ekosoykırım, hem doğanın hem de o doğayla var olan ve doğa ile ilişkisel yaşayan halkın birlikte hedef alınmasını; yani ekolojik yıkımın politik ve toplumsal soykırımla iç içe geçtiğini vurgular. Kavram, doğa talanını “yan hasar”, “tali konular” olarak görmez. Halkı kimliksizleştirme ve mekânsızlaştırma stratejisinin temel unsuru olarak açığa çıkarır. Kısacası ekosoykırım, doğa ile halk arasındaki tarihsel bağın politik olarak hedef alınmasını; yani ekolojinin aynı zamanda bir kimlik ve varlık mücadelesi olduğunu görünür kılar” diye belirtti.
İnsansızlaştırma projeleri
“İnsansızlaştırma” politikalarını değinen Agit Özdemir şunları söyledi; “1990’larda yaklaşık 4 bin köy zorla boşaltıldı veya yakıldı; ormanlar, meralar ve tarımsal altyapı doğrudan hedef alındı. Bu yalnızca göç üretmedi; geri dönüş ihtimalini de ortadan kaldıracak kalıcı bir yıkım yarattı. Bugün Şirnex örneğini düşünelim. 2022’de valilik, Cûdî ve Gabar’da zorla boşaltılan 47 köyden 40’ının yeniden açıldığını ilan etti. Ancak uygulamaya ve yerel tanıklıklara baktığımızda, insanların dönebileceği herhangi bir altyapı veya üstyapının sağlanmadığını görüyoruz. Hatta mezarlık ziyareti için bile günlerce izin almak gerekiyor; köyüne dönmek isteyenler hâlâ bürokratik ve güvenlikçi engellerle karşılaşıyor.
Bugün Gabar’da petrol aramaları yüzünden köylerin su kaynakları kurutuluyor. Su varlıkları açısından son derece zengin olan bir bölgede, köylüler suya tankerlerle, üstelik çok sınırlı bir şekilde erişmek zorunda kalıyor. Benzer bir tabloyu Cilo-Sat Dağları’nda da görüyoruz. Yerel halk izin kuyruklarına mahkûm edilirken, bölge “turizm” vitrini altında festivallere açılıyor. Festival biter bitmez alan yeniden yasaklanıyor. militarizisyonu pekiştiren bir siyasal koreografisidir. Ilısu Barajı ise Hasankeyf’i ve 200’e yakın yerleşimi suya gömerek hem kültürel hafızayı hem de geri dönüş olasılıklarını yok etti; yaklaşık 100 bin insan doğrudan ya da dolaylı şekilde yerinden edildi. Bu durumu mekânsal bir kayıp veya bir topografyanın su altında bırakılması olarak değerlendirilmesi eksik kalır. Mekasansal kayıp ile beraber tarihsel bağların, inanç mekânlarının ve toplumsal hafızanın da imhasıdır. Aynı yöntemlerin Dêrsim’de orman yakmalarla, Zîlan Vadisi’nde HES’lerle, Botan’da barajlarla uygulanması bu politikanın meselenin sadece rant olmadığını, tüm bu uygulamaların sistematik bir strateji olduğunu kanıtlıyor. Özetle; yangın–baraj–maden–yasak dörtgeni, nüfusu yerinden etmek, geri dönüşü imkânsızlaştırmak ve toplumsal direnç noktalarını dağıtmak üzere birlikte işleyen bir ekosoykırım zinciridir.”
Baraj ve HES projeleri amacı?
Baraj ve HES projelerinin suyun akış rejimlerini değiştirmekle kalmadığını. kutsal mekânları ve hafıza coğrafyalarını da yok ettiğini söyleyen Agit Özdemir, “Bir yandan köyleri su altında bırakırken, diğer yandan denetlenebilir, izlenebilir ve kontrol edilebilir yeni mekanlar yaratıyor. Munzur’da halkın dile getirdiği “Barajlar ikinci 38’dir” sloganı, su politikalarının gözünde bir enerji yatırımı olmadığını, aksine asimilasyonun ve güvenlik siyasetinin aracı olduğu ifade eder. Zîlan Vadisi’nde 1930’daki katliamın ardından bugün HES ve baraj projeleriyle vadinin yeniden hedef alınması, toplumsal hafızanın ekolojik tahribat yoluyla bir kez daha silinmek istendiğini gösteriyor. Dêrsim’de 1938’de yakılan ormanların ve tahrip edilen kutsal mekânların, bugün baraj ve “milli park” projeleriyle aynı zihniyetle tekrarlandığını görüyoruz. Botan Vadisi’nde de milli park ilanına rağmen baraj ve HES projeleriyle halkın yaşam alanı daraltılıyor” şeklinde konuştu.
HABER MERKEZİ