Bu nedenle inkâr, basit bir milliyetçi refleks ya da diplomatik pazarlık konusu değil; bizzat devletin varoluşsal meselesidir. Ulus-devletin siyasal bütünlüğü ile ulusal ekonominin sınıfsal yapısının sürdürülebilirliği bu kurucu suçun üzerini örtmekle mümkündür. 1930’ların ‘beka’ söylemiyle 2000’lerin ‘adil hafıza’ söylemi arasında tarihsel bir köprü vardır: Her ikisi de kurucu suçu görünmez kılmak için üretilmiştir
Can Papila
Kapitalizmin erken döneminde Avrupa’da yaşanan dönüşüm, yalnızca üretim biçimlerinin değişimi değildi; aynı zamanda yeni bir siyasal örgütlenme biçimini de beraberinde getirdi. Kapitalist ilişkiler geliştikçe parçalı feodal yapılar ulusal pazarların önünde engel haline geldi. Ticaretin, sanayinin ve sermaye birikiminin önündeki bu engeller, ulus-devletin doğuşunu zorunlu kıldı. Fransa’dan İngiltere’ye, Almanya’dan İtalya’ya kadar her yerde ulusal ekonominin inşası, beraberinde siyasal ve kültürel homojenleşme projelerini getirdi. Ulus-devlet, yalnızca bir yönetim biçimi değil, kapitalist gelişmenin kurumsal koşulu oldu.
Bu süreç, modern devletin aynı zamanda bir ekonomik mühendislik aracı olarak ortaya çıkışını ifade eder. Sermaye birikimi, tek bir hukuk düzeni, tek bir pazar ve tek bir kimlik çatısı altında güvenceye alınırken, “ulus” ideolojisi bu bütünleşmenin meşruiyet zeminini sağladı.
İttihatçıların ‘milli iktisadı’
Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılda giderek artan şekilde Avrupa kapitalizminin çevresine eklemlendi. Düyûn-ı Umûmiye’nin gölgesinde yarı-sömürge bir ekonomik yapıya dönüştü. Fakat aynı dönemde, özellikle Balkan milliyetçiliklerinin yükselişi ve imparatorluğun çözülmesiyle birlikte, Osmanlı aydınları arasında “millî iktisat” arayışı belirginleşti.
1908 sonrası İttihat ve Terakki, bu dönüşümün taşıyıcısı oldu. Hem imparatorluğun dağılmasını durdurmak için merkeziyetçi, Türkçü bir siyasal proje geliştirdiler; hem de ekonomik alanda gayrimüslimlerin hâkimiyetini kırarak Müslüman-Türk bir burjuvazi yaratmayı hedeflediler. “Millî iktisat”, hem tekçiliğin hem de sermaye transferinin ideolojik kılıfı oldu.
1915: Kanlı sermayenin ilk adımı
Bu bağlamda 1915, savaş koşullarında alınmış bir “zorunlu tedbir” değil, İttihatçıların ulusal pazar yaratma stratejisinin kurucu halkasıydı. Ermeniler, imparatorluğun ticaret, zanaat ve sanayisinin belkemiğini oluşturuyordu. Onlara uygulanan sürgün ve soykırım, hem ulus devlet için zeminini hem de ekonomik transferi aynı anda sağladı.
Emval-i Metruke ve Terk Edilmiş Mallar Komisyonları aracılığıyla yüzbinlerce mülk ve işletmeye el konuldu. Bu mallar Müslüman-Türk eşraf ve devlet görevlileri arasında paylaştırıldı. Böylece 1915, Anadolu’da bir “Türk Müslüman burjuvazi” yaratılmasının başlangıcı oldu. Ulusal pazarın inşası, Ermenilerin tasfiyesiyle mümkün hale geldi.
Tabii ki bu devasa servet transferinin örneklerini bir köşe yazısına sığdırmak mümkün olmasa da birkaç örnekle sürecin boyutunun ne denli büyük olduğuna dair fikir oluşturabiliriz. Öncelikle bu dönem, el koyulan mülkler dışında alınan karalarla da kendini ele verir. Ermenilerin mülklerini yabancılara veya gayrimüslimlere satmasının kesinlikle yasaklanması, ekili tarlaların hasadının göçmenlere aktarılması ve Ermeni okullarının binalarının Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmesi bu kararlardan bazıları. Amed’de Sarkis Tchooljian’a ait bakır fabrikasından, Manisa’daki Sarian Tekstil işletmesine kadar, neredeyse bütün coğrafyada üretim araçlarına el konuldu. Adana’nın pamuk tarlalarından Amed’in bakır ve ipek tezgâhlarına dek üretim süreçlerinin her aşamasından Ermeniler sistematik biçimde silindi. [Üngör, 2011].
Dönemin İçişleri Bakanı ve sürecin baş uygulayıcı kadrolarından Talat Paşa’nın şahsi defterlerinde, çeşitli vilayet ve sancaklardan el konulan 41.458 bina kayıtlıdır. Aynı defterlerde, göçmenlere dağıtılan mülkler arasında 1.000.000 dönümden fazla tarım arazisinin de bulunduğu görülür. Bu büyük gasp sürecinin en sembolik örneklerinden biri ise, Ankara’nın Ermeni tüccarlarından Kasabian ailesine aittir. Ailenin köşküne el koyulmasının ardından Bulgurluzâde ailesine devredilen köşk, Mustafa Kemal tarafından 4.500 lira karşılığında satın alınarak Çankaya Köşkü haline gelmiştir. [Bardakçı, Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi, 2008].
Bu süreç, kiliselerin okullara ya da kamusal binalara dönüştürülmesi ve aynı zamanda kişisel servetlerin sistemli bir biçimde yağmalanmasını da kapsıyordu. Dolayısıyla soykırım üzerine konuşurken, bunu bir “toplumsal mühendislik” operasyonu ve “millî iktisat” doğrultusunda yeni bir sınıf inşa etme çabası olarak ele almamak, süreci hem eksik bırakır hem de anlaşılır olmaktan çıkarır
Cumhuriyet’e miras ve gasp zinciri
İttihatçı fikirlerin ayak izlerini takıp edersek Cumhuriyet ve kurucu kadrolarına ulaşırız. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte içeride “ekonomiyi Türkleştirme” politikalarında herhangi bir değişiklik olmadı. 1930’larda ekonomik milliyetçilik resmi program haline geldi.
1942’de Varlık Vergisi, gayrimüslim sermayesinin son büyük tasfiyesi oldu. Rum, Ermeni ve Yahudi iş insanlarına ağır vergiler dayatıldı; ödeyemeyenler mallarını yok pahasına elden çıkarmak zorunda kaldı. Aşkale çalışma kampları bu sürecin sembolü oldu. Bu politikalar aynı dönemde Koç, Sabancı gibi aileler için büyüme ‘fırsatına’ dönüştü. [Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları] Kıbrıs üzerinden başlayıp Rumların ve Ermenilerin hedef alındığı 1955 6-7 Eylül pogromu da devletin kurucu politik-ekonomik programına bağlılığının, organize bir ifadesiydi. 1960’lardan itibaren yükselen holdingler, aslında tüm bu tarihsel sermaye transferinin üzerine kuruldu.
Devlet aklı ve inkârın sürekliliği
Ulus-devlet ile ulusal ekonomi arasındaki diyalektik bağ, yalnızca 1915’in değil, sonrasındaki yüzyılın da anahtarıdır. Ulusal pazarın inşası, siyasal ve kültürel homojenliği zorunlu kılmış; bu tekçiliği sağlayan ulus-devlet, aynı zamanda ekonomik düzenin bekçisi olmuştur. Dolayısıyla 1915’te işlenen gasp ve tasfiye, sadece bir “geçmiş suç” değil, bugünkü ekonomik düzenin kurucu zeminidir. Bu zemin sorgulanmadıkça, ulus-devletin bütünlüğü ve ekonomik düzenin meşruiyeti de sorgulanmamış olur. İşte bu nedenle inkâr, Türkiye’de devlet aklının sürekliliğinin en temel bileşeni haline gelmiştir.
İnkârın dili, dönemden döneme farklı kılıklara bürünse de özü hep aynı kaldı: gaspın sınıfsal karakterini görünmez kılmak. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde 1915, resmî tarih kitaplarında “tehcir” olarak sunuldu; bir imha politikası değil, savaş koşullarının zorunlu bir tedbiri gibi gösterildi. Bu dil, Ermenilerin kitlesel tasfiyesini güvenlik kaygılarıyla meşrulaştırıyor, ulusal pazarın kanlı doğuşunu “beka meselesi”nin gölgesinde gizliyordu. 1940’larda Varlık Vergisi, “millî iktisadın korunması” adı altında gayrimüslim burjuvazinin bir kez daha tasfiyesini sağladı. 1950’lerde ise 6-7 Eylül pogromu, Kıbrıs meselesi üzerinden kışkırtılan milliyetçi dalganın içinde “halkın kendiliğinden tepkisi” olarak sunuldu; devletin organizasyonel rolü ustalıkla örtbas edildi. 1980’lerde ASALA’nın ardından 1915, bu kez “Ermeni terörü” kavramıyla bastırıldı; soykırımı tartışmak ‘teröre’ hizmet etmekle eşitlendi. 2000’lerde inkâr yeni bir yüz kazandı: Erdoğan’ın “ortak acılar” ve “adil hafıza” söylemleri, faili ve mağduru eşitleyen bir dil kurdu; hakikati sulandırarak görünmez kıldı. Aynı Erdoğan’ın Garo Paylan’a dönük “affedersiniz Ermeni” sözü ise inkârın toplumsal aşağılamayla nasıl iç içe geçtiğini gösterdi. Bugün hâlâ hem iktidar hem muhalefet cephesinde “karşılıklı trajedi” veya “emperyalist oyunlar” söylemleri dolaşımda. Bu retorik çeşitliliği, farklı dönemlerin ihtiyaçlarına göre şekillense de tek bir noktada buluşur: kurucu suçu örtmek ve devletin ekonomik-siyasal düzenini tartışmaya açmamak.
Bu nedenle inkâr, basit bir milliyetçi refleks ya da diplomatik pazarlık konusu değil; bizzat devletin varoluşsal meselesidir. Ulus-devletin siyasal bütünlüğü ile ulusal ekonominin sınıfsal yapısının sürdürülebilirliği bu kurucu suçun üzerini örtmekle mümkündür. 1930’ların “beka” söylemiyle 2000’lerin “adil hafıza” söylemi arasında tarihsel bir köprü vardır: Her ikisi de kurucu suçu görünmez kılmak için üretilmiştir.