Devlet mekanizmasının görevi halkın iradesini denetlemek değil, halkın iradesinin kesintisiz bir şekilde sandıklara yansıması için ona hizmet etmektir. Aksi halde dillerimize pelesenk ettiğimiz demokrasi dediğimiz kavram bir vitrin süsüne, demokratik bir yönetim modelinin olmazsa olmazı olarak benimsediğimiz seçimler ise sembolik bir törene dönüşür
Rojhat Dilsiz
CHP İstanbul İl Başkanlığı’na Asliye Hukuk Mahkemesi eliyle kayyum atanmasıyla birlikte siyaset sahnesinin üzerine çöken eski antidemokratik alışkanlıklar yeniden farklı varyasyonlarla ortaya çıktı. Kayyum, artık yalnızca hukuksal bir terim değil aynı zamanda sandığın manasını boşaltan, seçmenin iradesini hükümsüz kılan, demokrasiyi hırpalayan ve hatta işlevsiz bırakan karanlık bir sembol haline geldi.
Demokles’in kılıcı altında belediyecilik
2016’da başlayan ve 2019 seçimlerinden sonra hızla genişleyen süreçte yüzlerce HDP ve DEM’li belediyeye kayyum atanarak halkın iradesi bir anlamda gasp edildi. Seçilmiş başkanlar ya gözaltılarla ya da açılmış davaların gölgesi altında görevden uzaklaştırıldı. Görevlerine devam eden belediye başkanları ise kafalarının üstünde yer alan ve her an devreye girebilme ihtimali olan Demokles’in kılıcı gibi kayyum tehdidiyle görevlerini yapmak zorunda bırakıldılar.
Seçilmiş belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlar, belediyeleri halka hizmet eden veya etmesi gereken kurumların aksine mevcut iktidarın hedeflerine kilitlenen birer devlet aygıtına dönüştürdü ve halkın iradesi kapı önüne bırakılarak geriye yüzlerce milyonluk borçlarla belediyeler devredildi.
Sessizlik ve zehirli propaganda
HDP belediyelerine kayyum atandığında yandaş medyanın zehirli propagandası öyle bir iklim yarattı ki kendisini sol tandanslı olarak gösteren ciddi bir kesim dahi “E canım onlar da terörle arasına mesafe koysun” diyerek kayyum darbesine ortak oldular.
Halbuki bu süreçlerde kayyum kararlarının dayandırıldığı dosyaların çoğu beraatle veya takipsizlikle sonuçlanmasına rağmen kendilerine kayyum atanan belediye başkanları görevlerine iade edilmedi. Medyada sürekli lanse edildiği üzere mahkemelerde hiçbir belediyenin doğrudan veya dolaylı olarak parasal kaynaklarının farklı yerlerde harcandığına dair bir karar ortaya çıkmadı.
Siyaset kurumunun kendi çıkarları için belediyeleri dizayn ettiği bu dönemde mahkemeler demokrasiyle iktidar arasındaki gerilimin sessiz birer tanıkları haline geldi. Bugün CHP’ye uzanan kayyum kararları da aynı kurşun kalemle çizilmiş bir yazgıyı andırıyor ve ne olursa olsun halk iradesi yine kağıt üzerinde silinerek iradesiz bir toplum yaratılmaya çalışılıyor. Zira kayyum, doğrudan sandığın değerini aşındırıyor ve seçmenin iradesini bu anlamda hükümsüz kılıyordu.
O dönemde demokrat çevrelerin yükseltmesi gereken ses ne yazık ki olması gereken düzeyde olmadı ve cılız kaldı. Kürt siyasal hareketi tarihsel süreçte olduğu gibi çoğu zaman bu demokrasi mücadelesinde yalnız bırakıldı ve bu mesele “Kürt meselesi” ya da yalnızca “HDP’nin sorunu” gibi dar bir çerçevede ele alınarak kendi kabuğuna hapsedildi.
Meşruiyet sorunu
Oysa ki meşruiyet devlet tarafından atanmış bürokratların değil, halk tarafından seçilen yöneticilerin omuzlarında taşınır. Devlet mekanizmasının görevi halkın iradesini denetlemek değil, halkın iradesinin kesintisiz bir şekilde sandıklara yansıması için ona hizmet etmektir. Aksi halde dillerimize pelesenk ettiğimiz demokrasi dediğimiz kavram bir vitrin süsüne, demokratik bir yönetim modelinin olmazsa olmazı olarak benimsediğimiz seçimler ise sembolik bir törene dönüşür.
Bugün aynı hukuksuzlukla karşılaşan CHP yönetimi o dönemde ana-muhalefet partisi olarak tepki gösterdi göstermesine ancak bu tepki kimi zaman birkaç açıklamayla geçiştirildi, çoğu kez ise temkinli ve yuvarlak cümlelerin ardına gizlendi. Sanki hukuksuzluğun sınırları bir partinin etrafında kalacak, demokrasi yalnızca bir kesimin meselesi olarak görülebilecekti.
Oysa tarih defalarca bize göstermiştir ki suskunluk ve yerinde ve zamanında gösterilmeyen tepki hukuksuzluğun en büyük meşruiyet kaynağıdır. Adalet kavramının yerle bir edildiği bu dönemde yaşanan sessizlik başka yerlerde de aynı karanlığın kök salmasına zemin hazırladı ve bugün artık hiçbir hukuksuzluğa şaşırmayacak seviyeye geldik. Oysa kayyum sistemi sadece bir siyasal partiye veya kitleye değil bir bütün olarak ülkenin demokratik kültürüne yöneltilmiş bir saldırıdır ve bu gerçeği görmezden gelen her suskunluk yarının daha büyük kayıplarına kapı aralayacaktır.
Zincirin halkaları
Her geçen gün ülke demokrasisinde yaratılan bu hezeyanlar toplum tarafından yavaş yavaş benimsenmeye ve normalleşmeye başlandı ve bugün kayyum sistemi bu zincirin birer halkaları gibi ilerliyor. Dün Kürt kentlerinde belediye binalarını sarmalayan bu zincir bugün İstanbul’un tam da kalbine uzandı. Yarın kimin kapısına dayanacağını ise kimse kestiremez. Çünkü kayyum, iktidarın bir kez kullanmaya başladığında vazgeçmediği bir aparat haline geldi ve bu sistemin böylesine meşrulaştırılması ve kabul görmesi halinde habis bir ur misali sınır tanımayacağını geçmiş deneyimlerimiz bize göstermiştir.
Niemöller’in uyarısı
2016 yılında sokağa çıkma yasaklarındaki hak ihlallerini anlatmak ve yaptığımız saha çalışmaları ve hukuki süreci anlatmak üzere davet edildiğim Ankara Barosu’nun bir panelinde hukuksuzluklara sessiz kalmanın tehlikesini vurgularken sözlerimi Alman rahip Martin Niemöller’in çarpıcı satırlarıyla bitirmiştim: “Naziler komünistler için geldiğinde sessiz kaldım, çünkü komünist değildim. Sosyal demokratlar için sessizdim, çünkü sosyal demokrat değildim. Sendikacılar için sustum, çünkü sendikacı değildim. Yahudiler için sessiz kaldım, çünkü Yahudi değildim. Sonra benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
Demokrasiye ortak sorumluluk
Bu ülkede demokratik bir sistem yaratmanın önkoşulu hepimizin ortak sorumluluğunda ilerliyor ve artık şu durum açıkça görülmeli: Kayyum, bu ülkede herhangi bir partinin değil, doğrudan doğruya demokratik teamüllerin bu ülkede yerle yeksan edilmesi meselesidir. Dün HDP’ye yapılanı görmezden gelmek, bugün CHP’nin payına düşen aynı adaletsizliği büyüttü ve eğer toplum, muhalefet partileri ve demokrat çevreler geçmişte olduğu gibi bu kez de ortak bir ses çıkaramazsa, kayyumun gölgesi hepimizin üzerine düşmeye devam edecek. Çünkü kayyumlar sadece atandıkları belediyenin beton binalarına değil; halkın hafızasına, iradesine ve geleceğe dair umuduna metazorik olarak atanır ve o gelecek, suskunluğun değil sözün hakkını isteyenlerin olacaktır.









