Süreç, CHP’ye yönelik operasyonlar ve yaşanan gelişmelere ilişkin Gazeteci-Yazar Akın Olgun ile konuştuk:
- Abdullah Öcalan’ın ve kurucusu olduğu partisinin bugün geldiği ve kapsadığı alana baktığımızda çıplak bir gerçekle karşılaşıyoruz. O gerçeklik; hayatın, pratiğin ve gelişmelerin Abdullah Öcalan’ı doğruladığı. Birçok yapı ve kesim için bu durumu hazmetmek kolay değil. Hiçbir yükü, bedeli ve riski olmayan bir yerden tutum ve söylemlerine bakarsanız, göreceğiniz tek şey hamaset olur
- Barış ve çözüm talebinin ciddiyetini ortaya koyan şey, kendi istek ve taleplerini müzakere edecekleri hakiki bir siyasal mücadele alanının varlığıdır ve olan da bu aslında. Yani, sürecin nasıl isimlendirileceği tartışması da bu kapsamda bir mücadele alanıdır. Bu pozitif bir tartışmadır
- Bahçeli’nin bir rasyonel durum ölçümü yaparak, birinci yüzyılın kodlarıyla Türkiye’nin yönetilemeyeceği gerçeğine dokunması ve bu gerçekliğin, Türkiye’nin ikinci yüzyılı için bir devlet politikası haline getirilerek, Kürtlerin bölgesel yükselişinden ‘stratejik ortaklık’ temelli bir yüzyıl inşa etme amacı hiç de kayıtsız kalınabilecek bir durum değil
Deniz Bakır
Çelişki ve gerilimlerin ve doğal olarak sürprizlerin de eksik olmadığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Ama sanırım içinden geçtiğimiz dönem bu bakımdan en karakteristik olanlarından biri. Bir yanda artık bölgesel, hatta belli bakımlardan küresel bir sorun olan Kürt sorununun çözümü süreci yeni bir bağlama doğru ilerlerken, diğer yandan ise iktidarın CHP üzerinden muhalefeti dizayn etme hamlelerini izliyoruz. İki başlık her ne kadar birbirinden ayrı gibi dursa da birçok noktada iç içe geçiyor. Demokratik bir geleceğin imkanları ile distopik bir gelecek arasında gidip gelen gelişmeler, yorumlar ve ruh hali toplumu hem yoruyor hem de yeni gerilimler yüklüyor. Biz de bu gerilimli tabloyu yorum ve analizleriyle dikkat çeken gazeteci-yazar Akın Olgun’la konuştuk.
- Öncelikle devletin ‘Terörsüz Türkiye’, Kürt Özgürlük Hareketi’nin ise ‘Demokratik Toplum’ inşası gibi oldukça farklı kodladığı süreçle başlayalım. Tanımlaması bakımından bile bu kadar farklı anlamlar yüklenen bu süreç nereden çıktı? Farklı ve gerilimli anlamlar yüklenen böylesi bir süreçten ortak bir anlam ve hikâye nasıl çıkacak sizce?
Meselenin adlandırılmasında yaşanan bu ikilem dahi, bana göre çözüm ve müzakere temelli yaklaşımın ciddiyetini tarif ediyor. Eğer sorunun çözümünde tam bir ortaklaşma sağlanmış olsaydı zaten bir masaya da ihtiyaç olmazdı. Protokoller hızla imzalanır ve süreç muhataplarına tebliğ edilirdi, lakin bu elbette karşılık bulmaz ve hızla tozlu raflara kaldırılacak bir dosya haline dönüşürdü.
Barış ve çözüm talebinin ciddiyetini ortaya koyan şey, kendi istek ve taleplerini müzakere edecekleri hakiki bir siyasal mücadele alanının varlığıdır ve olan da bu aslında. Yani, sürecin nasıl isimlendirileceği tartışması da bu kapsamda bir mücadele alanıdır. Bu pozitif bir tartışmadır. Çünkü tartışmaya başladığınızda, bir sürecin varlığını da konuşmaya başlamış olursunuz. Meclis’te kurulan komisyonun isminin ne olacağına dair verilen isimdeki uzlaşıya baktığımızda, sorunun aslında çözüldüğü ve artık isme değil, içeriğe yoğunlaşmamız gerektiği sonucuna varırız ki önemli olan bu bence. Barış ve çözüm, Türk ve Kürt halklarının var olan tarihsel, siyasal, sosyal ve kültürel hikâyesini yeniden yazmayı değil, yerli yerine oturtmayı amaçladığını da söyleyebiliriz. Sanırım Abdullah Öcalan’ın özellikle üzerinde durduğu ve toplumsal bir akdin olmazsa olmaz olarak gördüğü yer de burası. Bu yüzden hikâyeyi yazmayı değil, o hikâyenin toplumsal zeminini kurmayı işaret ediyor ifadelerinde daha çok. Ortak bir hikâye zemini oluşur mu sorusuna, kesin bir “evet” sunmak elbette aşırı iyimser bir tutum olur ama bu süreçte pozitif anlamda bir iyimserliğin de kötü olduğunu düşünmüyorum. Bu bizi ahmak kılmaz, aksine barış duygusunu ve onun iradesini yaşatmamızı, korumamızı sağlar. Bu olmazsa, toplum birbirinin boğazına sarılacak kötücül niyetlerin, siyasetlerin amaçlarına suç ortağı olur.
- Yorumların büyük bölümü süreci mümkün ya da zorunlu hale getiren ana etmenin bölgesel değişiklikler olduğu yönünde. Siz bu konuda ne dersiniz? Sürecin dış etkenlere bu kadar bağımlı olması bir kırılganlık unsuru değil mi? Ya da tersinden muhalefetin dizaynı politikasının CHP üzerinden bu kadar kanırtılması bir başka kırılganlık zemini yaratmıyor mu? Ezcümle Amed’de barış, batıda faşizm ya da tersi mümkün mü?
Kesinlikle bu sürecin aciliyetle ele alınmasında bölgesel gelişmelerin payı çok açık ama daha önce böyle bölgesel bir durum, bu boyutlarda yaşanmamasına rağmen yine bir dizi süreç yaşanmıştı. Öyleyse sadece bölgesel gelişmelere bağlamak doğru olmaz. Belirleyicidir evet ama daha da önemlisi Kürt siyasal hareketinin kendi kabından taşarak, güçler dengesinde göze görünmez kılınamayacak kadar belirleyici hale gelmesidir. Örgütsel iradesinin Kürdü bir “sorun” olmanın ötesine geçirerek, tüm bölge denkleminde, ihtiyaca cevap verecek kurumsal, siyasal, askeri ve idari bir yetkinliğe sahip kılmasının rolü oldukça büyük. Var olan durumun en kaba özeti bu diyebilirim. Eğer buradan meseleye bakarsak, “kırılgan” olduğu ön kabulünü yapabilir ama konunun sadece bölgesel denklemlere sığdırılamayacağını da görebiliriz. Öte yandan kırılganlık dengesi bozulursa en fazla etkilenecek kesimin Türk tarafı olacağını da söyleyebilirim. Çünkü Kürtlerin bir devleti yok. Dolayısıyla faktörlere bağımlılıkları çok daha az. Ekonomik olarak üzerlerinde taşıdıkları bir yükleri de yok ve dolayısıyla masayı devirme, zor ve baskı politikalarıyla Kürdün varlığını zapturapt altına alma anlayışı, sadece ve sadece daha derin bir ekonomik kriz, toplumsal bir nefret yükü ve patlamaya hazır olan mutsuzluğu fişekleyecektir.
Bahçeli’nin bir rasyonel durum ölçümü yaparak, birinci yüzyılın kodlarıyla Türkiye’nin yönetilemeyeceği gerçeğine dokunması ve bu gerçekliğin, Türkiye’nin ikinci yüzyılı için bir devlet politikası haline getirilerek, Kürtlerin bölgesel yükselişinden “stratejik ortaklık” temelli bir yüzyıl inşa etme amacı hiç de kayıtsız kalınabilecek bir durum değil. Bugün, geçmiş yüzyılın kodlarını baki kılmak isteyenlerle, o “baki” olan kodları dönüştürüp, akılcı bir zemine çekmeye çalışanlar arasında kimi çatışma alanları ortaya çıktığını görüyoruz ki bu da elbette beklenendi.
CHP’ye dönük olarak yapılan tüm hukuksuz uygulamaların hem bu süreçle bağı var hem de devletin yeniden yapılandırılma politikasıyla. Türkiye’nin ikinci yüzyılına dair dönüşüm paradigmasının, devletin kendi içinde var olan krizleri tetiklediği çok açık. Devlet ve dolayısıyla devleti yönetenler, krizi CHP’ye akıtarak, dönüşüm sürecinde devleti “hâkim” güç kılmaya ve CHP’yi de bu dönüşüme uygun hale getirmeye çalışıyorlar.
CHP’nin bunu en başından beri bildiğini ve hatta “normalleşme” siyasetinin de bunun bir sonucu olduğunu ama süreci gerçek anlamda yönetme konusunda acemilik gösterdikleri için zincirleme bir kaza hali yaşadıklarını düşünüyorum ki, süreç bize bu anlamda birçok veri sunuyor.
Devletin “normalleşme” ile CHP’den beklentisi neydiyse, şimdi operasyonlarla almaya çalıştığı da o sanırım. Direnç büyük olduğu için, sarsıntısı ve şiddetin çeperi de o derece güçlü yaşanıyor diyebiliriz. Eğer CHP kendi iç sorunlarını çözecek bir ortak akıl ve kırılgan alanlarını onaracak hızlı politikalar geliştirebilirse, ayakta kalan olarak yeni yüzyılın inşasında kesinlikle aktör olacaktır. Sorunuzda ifade ettiğiniz ve çokça dile getirilen metafora dair ise söyleyebileceğim tek şey, Diyarbakır’a barış geldiğinde zaten ülkeye de gelmiş olacağıdır.
- Türkiye’nin Şam yönetimi ile ilişkileri önemli bir kırılma noktası olarak öne çıkıyor. Cihatçı bir gelenekten gelen ve her ne kadar imaj tazelemeye çalışsa da hala bu çizgisini sürdürdüğüne dair eylemlerde bulunan -Alevi ve Dürzi katliamları, Özerk Yönetim’e dönük saldırılar ve kadınlara dönük ayrımcılık vb. HTŞ’nin Suriye’de birleştirici bir zemin oluşturabilmesi mümkün mü?
HTŞ’nin Suriye için birleştirici bir rol oynaması elbette mümkün ama bunun için en önce kendi iradesini sağlayabilecek siyasal bir özgüven gerekiyor ve bu HTŞ’de yok. HTŞ’ye irade ihraç etmeye çalışan ülkeler var ve bu ülkeler, kendi çıkarlarına uygun olarak A. El Şara’yı istedikleri kıvama getirmeye çalışıyorlar. Şara’nın Türkiye merkezli siyasal bağımlılığı da, Suriye içi politikalarda kendi iradesiyle diplomatik hamleler yapmasının önüne geçiyor muhtemelen. Bir Ortadoğu uzmanı değilim ama bölgeyi takip eden, anlamaya ve okumaya çalışan birisi olarak, Şara’nın bir geleceği olacaksa, bunun SDG ile kuracağı doğru bir ilişkiyle mümkün olabileceğini düşünüyorum. HTŞ’nin hem ideolojik zemini hem de siyasal kodları, meseleleri çözme yöntemi olarak zoru tercih ettiğini gösteriyor bize. Bu da onun sürekli “dayak” yemesine yol açıyor.
SDG’siz bir Suriye’yi düşünmek, artık hiçbir güç için mümkün değil ve bunu kabullenmede yaşanan sorunlar çözülmüş gibi gözüküyor. Şara’nın Rusya çıkarmasıyla kimi arayışlara girmesi, kabadayılıktan diplomasi alanına geçtiğine dair pozlar vermesi, önümüzdeki günlerde SDG ile HTŞ arasında hızlandırılmış kimi önemli müzakerelere tanıklık edeceğimiz bir ortam sunabilir bize. Çatışmalı çözüm müzakereleri de mümkün elbette.
Öcalan’ın, Arap aşiretlerine ve şeyhlerine dönük gönderdiği mesajın içeriğindeki SDG’ye destek çağrısı da bu yanıyla anlamlı. Öcalan’ın mesajı bir güvence niteliği de taşıyor ve kimi kaygıları da giderecek bir yaklaşım sunuyor ki bunun etkisi olduğunu da aşiretlerden gelen tepkilerden anlıyoruz. Yine de asıl önemli olan, bu mesajın yazılması ve içeriğindeki destek çağrısının en somut haliyle ifade edilmiş olması. Bu mesaj, Öcalan üzerinde yürütülen birçok kara propagandaya da güçlü bir cevap niteliğinde anladığım kadarıyla.
Türkiye, Şara üzerine kurduğu yatırımın, daha güçlü devletlerce çökertilebileceğini mutlaka biliyor ve tam da bu yüzden SDG’nin varlığı ve Öcalan’ın bölgesel çözüm iradesi, Suriye denkleminde kalmasını sağlayacaktır. Bu bir uzlaşı zeminidir de aynı zamanda. Çözüm masasının kalıcılığını da sağlayandır. Devletin bildiğini Öcalan’ın, Öcalan’ın bildiğini devletin de bilmesidir. Bu da denge demektir.
- Bazı yorumcular süreç üzerine devlet katında genel bir uzlaşı olsa da modamod bir anlayış birliği olmadığını AKP ve MHP arasında sürece yaklaşım bakımından yer yer tıkayıcı hale gelebilen, birçok gelişme tarafından etkilenebilen ayrımların bunun yansıması olduğunu söylüyor. Siz bu yorumlara ne diyorsunuz? Ya da ‘Norm-devlet’ ile ‘Norm-dışı devlet’ gerilimi nasıl çözülecek sizce?
Devletin kararlılığı ile aldığı kararlar arasında siyasal konsensüs yeterince oluşmadığında, meselenin toplumsal ayağı yeterince şekillendirilmediğinde kimi arızalar oluşabilir ve oluştuğunu da zaman zaman yapılan siyasi atıflardan anlıyoruz. Öte yandan, devletin kendi içinde geçirdiği “yeni” dönüşümden doğan krizin de buna etkisi olduğunu söylemek mümkün. Devlet yapısal dönüşümünü gerçekleştirirken, zorlandığı alanlarda, hızla ‘‘kaçak kriz’’ üretiyor ve bu krizi hızla baskı ve şiddet yoluyla bunu aşmaya çalışıyor. Demokratik bir ülke olmanın temel vasıflarının, 15 Temmuz darbesi ile darmadağın edilmesi ve devletin tek elde toplanarak, baskı ve zoru bir yönetim biçimi olarak işler kılması artık sürdürülebilir değil ve sanırım Bahçeli bu gerçekten hareketle, devleti yeniden meşru, “demokratik” zemine çekme baskısı kuruyor. Demokrasiyi çok önemli bulduğundan mı emin değilim ama baskı ve zorun ülkeyi içten içe çürüttüğü gerçeğinin ve Türkiye’nin ikinci yüzyılının zor yöntemiyle kurulamayacağı analizinde net olduğu anlaşılıyor. (CHP’nin Bahçeli’nin kapısını çalmasının bir nedeni de bu olabilir.) Biraz itici gelebilecek bir metaforla söylemek gerekirse, Erdoğan’ı çok partili sisteme geçiş için zorluyor diyebiliriz. Kürt siyaseti ve Öcalan ise bu zorlanan yeri çok yönlü görüyor ve bunu anlamlı kılacak bir paradigma ile karşılık üreterek, demokratik dönüşümün önünü açacak bir pozisyon şekillendiriyor. İşte ‘‘Norm dışı devlet” esprisi, bu paradigmayı boşa düşürmek isteyen, geçmiş yüzyılın kodlarıyla hareket eden kesimleri tarif ediyor. Bu kesimin bir ayağı iktidarda, bir ayağı muhalefette, bir ayağı ise sermayenin içinde… Barış karşıtlığı ile muhalefet liderinin pozisyonunu bile boşa düşürecek şekilde yayın çizgisi izleyen kanallara, isimlere ve ürettikleri söylemlere bakarsanız bu gerçeği daha çıplak görürsünüz. Eğer CHP içinde barışa karşıt bir damar varsa ve bu güçlenen bir ivme izliyorsa, üzerinde çok fazla düşünmek gerekir. Krizlerin ürettiği boşlukta büyüyen, büyütülen bir “klik” durumunda barış karşıtlığı.
- Kürtler devletin süreci ele alış biçimi, dili ve geçmiş deneyimleri nedeniyle ‘barış ve demokrasi olsun tabii ama bu yaklaşımla olur mu ki?’, Türkiye tarafı ise muhalefeti dizayn operasyonları ve geçmiş deneyimler odaklı bir okumayla ‘İyi ama bu işin içinde bir oyun var’ şüpheciliği ile yaklaşıyor. Toplumun ve halkların dahil edilemediği, iç rahatlığı ile sahiplenemediği bir barış ve demokrasi nasıl olacak?
Anladığımız kadarıyla süreç aşamalara bölünmüş. Birinci aşamanın tamamlandığı, ikinci aşamaya geçildiği, bu ikinci aşamanın hukuksal normların sağlanması süreci olduğu ifade ediliyor. Bu aşamaların içinde en aktif olan ve süreci tam olarak gündemine alıp, konuşan taraf ise Kürtler. Kürtler süreci tüm yönleriyle tartışıyor ve öznesi olma temelinde pratikte de karşılık verecek bir sahiplenme örüyorlar. Aynı sahiplenmeyi ülkenin batısında henüz çokça göremiyoruz. Bunun en büyük sebeplerinden biri de ana muhalefete dönük anti demokratik uygulamalar elbette. Muhalefete uygulanan baskının, süreci enfekte ettiği şüphe götürmez. Tam da bu nedenle DEM Parti, ana muhalefet üzerinde estirilen zora karşı CHP’nin yanında, demokratik tutumunu göstererek, dayanışarak sürecin enfekte olmasına karşı garantör pozisyonunu kuruyor. Bu aynı zamanda durduğu yeri doğru anlatmanın da bir yolu. Muhalefet içinde barış karşıtlığı temelinde örgütlenen ve bunu kitleler nezdinde hâkim kılmaya çalışan akıl ile iktidarın bir ortaklığı olduğunu görüyor ve barış zemininden uzaklaştıran bu kötücül akla karşı demokratik bir blok kuruyor. CHP’siz bir çözüm kurmak isteyen bir politikanın, MHP’yi bile rahatsız edecek boyuta gelmiş olması ve MHP’nin bu temelde kimi sinyaller vermesi gözden kaçmamalı. İktidarın beklentileri var ve bunu zor yoluyla elde etmek istiyor ama bir yerde uzlaşı kaçınılmaz olacak bence. Yıkılmayanla uzlaşırsınız çünkü. Tüm bu yaşananlarla, barış sürecinin bir arada yürümesi elbette bir büyük handikap ama bu başarılması gereken de bir aşama. Siyaset, irade ve yaratıcılık tam da burada lazım. Asıl zor zamanlarda lazım siyaset ve çözüm gücü.
- Sosyalist hareketin içinden gelen ve takip eden birisiniz. Abdullah Öcalan’ın son metinlerinde sosyalizme ilişkin belirgin vurgular olsa da sosyalistler de sürece dair oldukça temkinli yaklaşıyor. Abdullah Öcalan bu sürecin sosyalistlere ve demokrasi güçlerine de alan açacağını söylüyor. Sizce sosyalistler ve demokrasi güçlerinin bu sürece ilişkin nasıl bir yaklaşımları olmalı?
Abdullah Öcalan’ın ve kurucusu olduğu partisinin bugün geldiği ve kapsadığı alana baktığımızda çıplak bir gerçekle karşılaşıyoruz. O gerçeklik; hayatın, pratiğin ve gelişmelerin Öcalan’ı doğruladığı. Birçok yapı ve kesim için bu durumu hazmetmek kolay değil. Politik doğruculuk temelli pozisyon alıp, hiçbir yükü, bedeli ve riski olmayan bir yerden tutum veya cevap geliştirenlerin söylemlerine bakarsanız, göreceğiniz tek şey hamaset olur genelde.
Öte yandan Kürt Siyasal Hareketi’nin geldiği yeri, amaçlarını, derdini anlayan ve politik bir okumayla gelinen aşamayı değerlendiren ve yerli yerine oturtmaya çalışan sol, sosyalist kesimler de var. Birinci gruptakilerin karşıtlığı, şoven kesimlerin söylemleriyle kimi alanlarda ortaklaştığı için, sesleri yüksek çıkıyor ama toplumsal bir karışlıkları olduğunu düşünmüyorum. İkinci grupta olanlar ise temkinli bir pozisyon alarak, olasılıkların altında kalmamak için özel bir dikkati tercih ediyorlar ki bu çok anlaşılır. Kürt siyasetinin güçlenmesini tehlike olarak görenlerin büyük çoğunluğu, kendilerini devlete karşı “tehlike”li kılamama tercihlerini, yine Kürt siyasetini öne atarak kapatmaya çalışıyorlar ve bu yeni bir durum değil.
Kürt siyasal hareketinin Türkiye ve bölge için önerdiği politikaların ilericiliği ve önerdiklerini hayata geçirme iradesine sahip olmaları aslında Türkiyeli sol, sosyalistler için büyük bir kazanım zemini sunuyor. Demokrasi zeminini kazanmak, demokratik zemini inşa etmek ve bunun kararlığını politik temelde kurup, büyütmek, solun kendi iddiasını da kitlelere taşıması demek. Maalesef bugün Kürt siyasal hareketinin varlığını demokratik alandan çeksek, hukuk, özgürlük ve demokrasi mücadelesine dair geriye çok fazla bir şey kalmaz. Bu bile başlı başına yan yana gelme, durma ve ortaklaşma zorunluluğunu oluşturuyor ki bunu “zorunluluk” halinden çıkarmak da şart yarınlar için.
Kürt hareketinin ilerici ve dönüştürücü pozisyonu, sol, sosyalistlerin de sahipleneceği ve yan yana durabileceği geniş alanlar yaratıyor ama bu ne kadar anlaşılıyor emin değilim. Muhtemel o ki, Kürt siyaseti de bunu anlatmaktan yorulmuş olabilir.
Öte yandan sol, sosyalistlerin tavrı ve tutumu üzerine bir halkın kaderini tartışmak da lüzumsuz olur. Kürtler kendi kaderlerini tayin edebilecek bir güçteler bugün ve bunu Türkiye halklarıyla birlikte yapma temelli bir paradigma ortaya koymuş durumdalar. Bunun anlam değeri çok yüksek ve bu bir şans. Umarım herkes, bunun ortak geleceğimiz için ne kadar önemli olduğunun farkına varır ve sorumluluk alır…