Şaneder, Uluköy, Xirabreşk (Göbeklitepe), Girê Keçel, Zeviyên Bi Morî ve Girê Filla gibi keşifler, insanlık tarihini yeniden yazmanın ötesinde, Kürt halkının kadim medeniyetin kurucu aktörleri olduğunu tartışmasız biçimde ortaya koymaktadır
Mesut Bor
İnsanlık tarihinin en önemli dönüşümlerinden biri olan avcı-toplayıcı yaşam tarzından yerleşik düzene geçiş süreci geleneksel tarih anlatılarında sıklıkla Sümerler ve Babil’e atfedilse de son yarım yüzyılın arkeolojik bulguları bu hikâyeyi kökten değiştirmiştir. Artık biliyoruz ki ilk yerleşik köyler, ilk sistemli tarım, ilk hayvan evcilleştirme ve ilk sulama kanallarının ortaya çıktığı bu bereketli topraklar, Mezopotamya ovası ile onu çevreleyen Yukarı Mezopotamya(Bakûr) bölgeleridir. Bu devrim niteliğindeki buluşlar beraberinde ilk ulaşım ağı ve ilk ticareti getirerek toplumların birbiriyle etkileşimini derinleştirdi. Bu etkileşim ve artan karmaşıklık nihayetinde ilk yazı, ilk tekerlek, ilk matematik sistemi ve ilk takvim gibi insan zekâsının en parlak ürünlerinin doğuşuna zemin hazırladı. Tüm bu gelişmelerin kaçınılmaz sonucu ise ilk şehir devletlerinin ve ilk sınıfsal toplum yapılarının ortaya çıkması oldu. Önemli olan bir diğer gerçek ise medeniyetin tüm bu kurucu adımlarının atıldığı bu kadim coğrafyanın büyük ölçüde günümüzde Kürtlerin ana vatanı olarak bilinen bölgeyle örtüşmesi ve Kürt halkının bu toprakların en kadim mirasçılarından biri olarak medeniyetin kurucu aktörlerinin torunları olarak tarihteki yerini almasıdır.
İnsanlığın kültürel köklerinin izleri Şaneder Mağarası ve Uluköy Mağarası
Medeniyetin izlerini aramak için yazıdan ve şehirlerden çok önceye, insanlığın sembolik düşünce ve ölümle ilişkisinin başlangıcına gitmek gerekir. Bu anlamda Şaneder Mağarası (Başûr-Erbil) ve Uluköy Mağarası (Bakûr-Mêrdîn Qoser) birlikte değerlendirildiğinde anlamlı bir tablo ortaya çıkar. Şanedar, Zagros Dağları’nda günümüz Kürdistan coğrafyasının kalbinde yer alır. Yapılan kazı çalışmalarında 35 ile 65 bin yıl öncesine tariflenen Neandertal’lere ait iskeletler bulunmuştur. Özellikle “Şanedar 4” olarak isimlendirilen bir iskeletin etrafında bulunan çiçek polenleri, ölüm ritüeli ve ölümden sonraki yaşamın en eski izlerini taşır. Keşfedilen bu bulgu, Neandertallerin sembolik düşüncesinin ve insanlığın kültürel evriminin en erken kıvılcımlarının bu dağlık coğrafyada ortaya çıktığını gösteriyorMêrdîn’deki Uluköy Mağarası ise henüz kazı çalışmaları erken aşamada olmasına rağmen yapılan yüzey araştırmaları buranın Paleolitik dönemden itibaren Homo Sapiens ve Homo Erectus’ların yerleşim yerleri olarak kullanıldığını ortaya koydu. İlk kazı yılında 200 ile 250 bin yıl öncesine tarihlenen buluntulara ulaşıldı. Sonraki yılda mağaranın derinliklerinde yeni katmanlar keşfedildi. Bu katmanlardaki buluntular(kesici aletler ve el baltaları) ise 350 ile 450 bin yıl öncesine tarihlendirildi. Buradaki insan varlığının yüz binlerce yıl öncesine uzandığını göstermektedir. Şaneder ve Uluköy Mağarası birlikte ele alındığında Yukarı Mezopotamya(Bakûr) ve Zagros Dağları insanlığın kültürel ve sosyal evriminde belirleyici bir rol oynadığı ve ölümle ilgili en eski ritüellerden yerleşik yaşamın ilk izlerine uzanan bir sürekliliğin bu coğrafyada aranması gerektiği gösteriyor. Bu iki mağara, medeniyetin uzun yolculuğunun ilk adımlarının katıldığı ve insanlığın tarihsel ve kültürel köklerinin derinliğini gösteren bir hazinedir.
Medeniyetin çıkış noktasında tarih yeniden yazılıyor
Riha (Urfa) ve Mêrdîn (Mardin), tarihsel olarak Yukarı Mezopotamya’nın (Bakûr), kültürel olarak ise Kürt coğrafyasının önemli bir parçasıdır. Riha’daki Xirabreşk (Göbeklitepe-), Girê Keçel (Karahantepe) ve Mêrdîn’deki Zevîyên Bi Morî(Boncuklu Tarla) keşifleri insanlık tarihinin yeniden yazılmasını sağlamıştır. MÖ 9600 gibi erken bir tarihte henüz çanak çömlek ve tarım hayatımızda yokken devasa T biçimli dikilitaşların inşa edilmesi karmaşık bir inanç sisteminin ve üst düzey bir sosyal organizasyonun varlığını kanıtlar. Hatta Girê Keçel (Karahantepe) ve Zeviyê Bi Morî (Boncuklu Tarla) arkeolojik sit alanında elde edilen bilgiler göre Xirabreşk’ten (Göbeklitepe) 1000 yıl daha eski olduğu ortaya çıkmıştır.
Burada sorulması gereken temel soru şu olmalı: Bu devrimci atılımı yapanlar kimdi? Tarihsel süreklilik ve coğrafi devamlılık göz önüne alındığında bu kültürü yaratan toplulukların, bölgenin yerleşik halklarının ataları olduğu mantıksal bir çıkarımdır. Bu anıtsal yapılar tek başına durmuyordu. Onları inşa eden ve besleyen bir yerleşik yaşam ağı gerekiyordu. İşte Girê Filla (Eski Kürtler Tepesi-Amed) gibi yaşam alanları günlük yaşamın ve kültürel sürekliliğin izlerini taşır. Girê Filla, konut yapıları ve günlük yaşam kalıntılarıyla Neolitik dönem yerleşimini gösterir. Xirabreşk ve Girê Keçel ve Zeviyên Bi Morî anıtsal mimariyi, Girê Filla ise bu mimariyi mümkün kılan sosyal dokuyu ve yerleşik hayatı temsil eder. Ayrıca bölgedeki yaşamın on binlerce yıldır kesintisiz ve organize bir şekilde devam ettiğine işaret eder.
Bu topraklar binlerce yıldır Hurriler, Mitanniler, Urartular gibi Mezopotamya uygarlıklarının kurucularıyla ve nihayetinde Kürtlerle bağlantılandırılmıştır. Xirabreşk, Girê Keçel, Zeviyên Bi Morî ve Girê Filla bu nedenle insanlığın ortak mirası olmanın ötesinde bu kadim coğrafyanın mirasçıları olan Kürt halkının atalarının zihinsel ve kültürel devriminin somut bir kanıtıdır. Medeniyetin “sıfır noktası” bugünkü Kürtlerin atalarının yaşadığı topraklarda yer alır. Bunu kimse inkâr edemez.
Tarihsel adaletsizlik ve geleceğe çağrı
Şaneder, Uluköy, Xirabreşk (Göbeklitepe), Girê Keçel, Zeviyên Bi Morî ve Girê Filla gibi keşifler, insanlık tarihini yeniden yazmanın ötesinde, Kürt halkının kadim medeniyetin kurucu aktörleri olduğunu tartışmasız biçimde ortaya koymaktadır. Ancak bu derin tarihsel gerçeklikle Kürtlerin günümüzde içinde bulunduğu durum arasında trajik bir tezat bulunmaktadır.
İnsanlık medeniyetinin temellerini atan bu halkın torunları bugün dünyada statüsüz kalmış tek büyük halk olarak varlığını sürdürmektedir. Kadim Mezopotamya toprakları 20. yüzyılın suni sınırlarıyla dört parçaya bölünmüş ve kendi ana vatanlarında azınlık durumuna düşmüştür. Tarihin en eski medeniyet mimarları kendi kaderini tayin hakkından mahrum bırakılarak kültürel, politik ve ekonomik baskılarla karşı karşıya kalmıştır.
Bu arkeolojik keşifler, Kürt halkının tarihsel ve politik statüsünün yeniden tanımlanması için güçlü bir dayanak oluşturmaktadır. Medeniyetin beşiğini inşa eden bir halkın bugün uluslararası sistemde tanınmayışı ve statüsüz kalışı tarihsel bir adaletsizliktir.
Xirabreşk’in T biçimli sütunları bir halkın medeniyetle kurduğu kadim bağın sembolüdür. Şaneder’deki çiçek polenleri ise bu toprakların en eski sakinlerinin yaşam ve ölümle kurduğu anlamlı ilişkinin kanıtıdır. Medeniyeti ortaya çıkaran bu miras Kürt halkının kültürel ve politik varlığının tanınması ve bölünmüş topraklarında özgürce yaşama hakkının teslim edilmesi için tarihsel bir temel oluşturmaktadır.
Tarih, medeniyetin mimarlarını nihayetinde hak ettikleri saygıyı görmeye davet ediyor. Dicle ve Fırat’ın suları binlerce yıldır bu kadim halkın medeniyet müziğine eşlik ediyor. Artık dünyanın bu en eski melodiyi duyma ve medeniyetin kurucularına hak ettikleri saygıyı gösterme zamanıdır.