CHP’ye yönelik bitmek bilmeyen yargı operasyonları büyük ölçüde AKP/saray iktidarının CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak Erdoğan’ın karşısına çıkaracağı isimlerin önünü kesmek için partiyi karıştırma çabası ya da parti kadrolarının kendi arasındaki çatışma olarak değerlendiriliyor. Bu iddialar tamamen mesnetsiz değil elbette. Ancak kuruluşundan bu yana -iktidarda olsun ya da olmasın- kendisini Cumhuriyet’in kurucu değerlerinin gerçek sahibi olarak gören bir partinin iktidar tarafından neredeyse “terör örgütü” olarak yaftalanmasının ve yargıyla başının dertten kurtulamamasının daha nesnel nedenleri olduğunu; bunun da CHP’nin kendi iç meselelerinden ziyade sahiplendiği kurucu değerlerin, bugünün dünyasında karşılık bulmamasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Anımsanacağı gibi Türkiye Cumhuriyeti, bir burjuva devriminin sonrasında -“Batı” olarak da ifade edilen- kapitalist dünyanın değerlerini benimsediğini deklare ederek kurulmuş ve ilk anayasasını ve yasalarını büyük ölçüde Avrupa ülkelerinden (İsviçre, İtalya, Fransa vb) almıştı. Bu yasalar eşit yurttaşlık, yaşam hakkı, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi I. nesil haklar olarak da kabul edilen burjuva demokrasisinin temel ilkelerini de içeriyordu. Ancak bu haklar, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte ulus devletleşme çabasının gölgesinde kaldı ve fiilen uygulamaya konul(a)madı. Bunun yerine Türk ve Müslüman olmayan halkların ötekileştirildiği ve iki dünya savaşı arası dönemin siyasi konjonktürüne de uygun olan otoriter bir rejim benimsendi ve CHP, 1923-1946 arasındaki tek parti döneminde bu otoriter rejimin uygulayıcısı oldu.
Çok partili döneme geçilmesinin ardından 1950’de iktidara gelen DP, ekonomik ve siyasi olarak kapitalist dünyaya entegre olmaya çalışırken, karşı devrimci bir anlayışla -ama burjuva demokrasisini de reddederek- kendi otoriter rejimini kurma çabası içine girdi. Ancak 27 Mayıs 1960 darbesiyle DP’nin devrilmesinin ardından sermaye birikim rejiminin dönemsel koşullarının gereği olarak “laik, sosyal hukuk devleti” anlayışını içeren 1961 Anayasası’nın da belirlediği çerçeve, CHP’de de bir dönüşüme neden oldu. 1965 seçimlerine giderken İsmet İnönü’nün “CHP’nin çizgisi ortanın soludur” ifadesiyle de belirttiği gibi CHP artık sosyal devleti savunan bir söylemi benimsemeye başladı.
Ancak CHP’nin sosyal devleti kabullendiği 60’ların sonları aynı zamanda kapitalizmin büyük bir krize girdiği ve krizden çıkış olarak sosyal devleti yük olarak gören neoliberal politikaları benimsemeye başladığı bir döneme denk geliyordu. Neoliberal dönüşüm sürecinde işçi sınıfının kazanımlarıyla tüm sosyal haklar hedef haline geldi ve devletin sosyal işlevlerini tamamen terk ederek sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir yapıya bürünmesi esas alındı. Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bu dönüşümün askeri darbeyle gerçekleştirilmesi yoluna gidildi ve 12 Mart darbesi gerçekleştirildi. Darbe, işçi sınıfı mücadelelerini ve sosyalist hareketleri baskı altına almaya çalıştıysa da etkisi uzun sürmedi. 1974 seçimlerinde MSP ile hükümet kuran CHP, “Toprak işleyenin su kullanın!” sloganıyla yerli sermayenin, ABD’nin ve DB, IMF gibi uluslararası kurumların dayatmalarına karşı olan politikalar izledi. Ne var ki bu dayatmalara karşı uzun süre direnç göstermeyen CHP iktidardan düşürüldü, ardından da 12 Eylül darbesiyle diğer tüm siyasi partilerle birlikte kapatıldı.
1992’de yeniden faaliyetlerine başlayan CHP, her ne kadar kimi çevrelerce “sosyal demokrat” olarak tanımlansa da 70’li yıllarda karşı olduğu neoliberal politikaları büyük ölçüde benimsedi; en azından bu politikalara karşı bir alternatif ortaya koyamadı. 90’ların ve sonrasında 2000’lerin CHP’sinin yeni perspektifi, yükselen siyasi İslâm’a karşı laikliği; çatışmalı sürece giren Kürt sorununa karşı ise ırkçı/milliyetçi bir çizgiyi savunmak üzerine şekillendi. CHP, bunları savunurken büyük ölçüde askeri vesayete sırtını dayamış, demokrasi ve hukukun işlerliğini göz ardı edilebilir değerler olarak kabul etmişti.
Ergenekon ve Balyoz davaları ile 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte askeri vesayetin ortadan kalkması ve Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” söylemi, CHP’nin laiklik savununun da esnemesine ve geriye sadece Kürtlere -ve beraberinde Suriye savaşı sonrası sığınmacılara- yönelik ırkçı/milliyetçi yaklaşımın kalmasına neden oldu. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin hukuksuzlukları arttıkça CHP’nin savunduğu değerlere bir de hukuksuzluklar eklendi. Ancak karşı olunan hukuksuzluklar CHP ve çevresindekilere yönelik olanlarla sınırlıydı. Örneğin Kürt siyasetçilerin tutuklanması, HDP’ye açılan kapatma davası, Kürt illerine atanan kayyumlar ya da yasaklanan grevler CHP’nin “hak, hukuk, adalet” savunusunun dışında kalıyordu.
2023 seçim yenilgisinin ardından CHP’de yaşanan değişim ve 19 Mart’ta İBB’ye yapılan operasyon sonrasında parti yönetiminin izlediği tavır, CHP’nin yeni bir dönemece geldiğini göstermektedir. Bunun önceki dönüşüm süreçlerinden farkı, partinin hukuksuzluklarla karşı yüzünü -1974’te Ecevit yönetiminde olduğu gibi- geniş halk kesimlerine dönmüş olmasıdır.
Bugün CHP’ye parti içinden ya da yargı yoluyla AKP/saray iktidarından gelen baskılar sadece bir partinin ya da onun çıkaracağı Cumhurbaşkanı adaylarının elimine edilmek istenmesiyle açıklanamaz. Türkiye bugün tıpkı 1970’lerde olduğu gibi köklü bir dönüşüm sürecinin eşiğindedir. Toplumsal meşruiyetini kaybetmiş ve Beyaz Saray’da meşruiyet arayışında olan iktidarın bu dönüşümden beklentisi, muhalefeti tamamen işlevsiz hale getirmek ve otokrasiyi mutlaklaştırmaktır.
CHP yönetimi, otokratik rejimden yılmış olan halkın verdiği desteği arkasına alarak bir yandan iktidarın partiyi yok etmeye yönelik hamlelerini boşa düşürürken diğer yandan ekonomiden, sosyal çöküşe ve dış politikaya kadar hemen her konuda halkın sesine tercüman olan keskin bir muhalefet dili oluşturmuştur. Ancak halkın desteğini sürekli kılabilmek ve bir iktidar alternatifi olabilmek için muhalefet dilinin yanı sıra tüm sorunlara yönelik halkı ikna edecek çözümlerin de üretilmesi gerekir.