Taraflar arasında ve Komisyon’da entegrasyon özellikle PKK’lilere dönük tartışılıyor olsa da bu tartışma, Türkiyeli halkların, gençlerin, inanç gruplarının ya da dini bir aidiyeti olmayanların ortak yaşamın ilkelerini demokratik yöntemlerle belirlemesi ve birlikte belirledikleri bu ilkelerle bütünleşmesini de kapsama potansiyeline sahip
Ruşen Seydaoğlu
Parlamento bünyesinde 5 Ağustos 2025’te ilk toplantısını yaparak çalışmalarına başlayan; 10’u kadın, 51 üyeli Komisyon her hâlükârda umut vadeden ve yüzyıllar sonra bile unutulmayacak bir işe girişti. Bu çalışma, bir o kadar da zorlu bir görevin ifasını içeriyor ama bildiğimiz kadarıyla Komisyon üyelerine henüz pek de inisiyatif verilmiş değil. Diğer taraftan Komisyon üyeleri gibi davet edilenlerin de herhangi bir hukuki güvenceleri olduğundan bahsedemiyoruz.
Hâlbuki barışın toplumsallaşması, toplumun bir temsil olarak Komisyon’a güvenmesinden, Komisyon’un da toplumu esas aldığını gösterecek somut adımlar atmasından geçiyor. Şimdiye kadarki süreçte ise adını koysak mı bilemediğimiz bir gölgenin hem komisyon üyelerinin hem de katılanların üzerinde dolaştığını hissedebiliyoruz.
Bu gölgeyi, Kürtlerin varlığının inkârı, eşit yurttaşlık ve özgürlük taleplerinin yok sayılması, her geçen yıl sadece Kürtlerin değil Türkiye toplumunun tamamının özgürlük alanlarının alabildiğine daraldığı, hakların askıya alındığı, yoksulluğun dayatıldığı artık yaşanılamaz dediğimiz yerden tanıyoruz. Kürtlere uygulanabilir olanın pekâlâ diğer muhaliflere ya da muhalif olma potansiyeli taşıyanlara da uygulanabilir olduğunu gördüğümüzden, tanıyoruz. Cezaevlerini devrimciler, demokrasi ve insan hakları savunucusu siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler ve yurttaşlarla doldurup taşıran, bir o kadarını da sürgüne sürükleyen zihniyetten tanıyoruz.
Tabi içerde böyle seyreden durum, dış politikadan bağımsız şekillenmiyor. Yüzlerce yıldır orta doğunun sahibi olmak için çıkarılan savaşlar; etnik kimlik çatışmalarıyla, dini mezhepsel kostümlerle ama aslında ticaret yollarının hakimiyetini, doğanın ele geçirilmesini ve içindekilerle beraber sonsuz sömürülebilmesini hedefleyerek sürdürülüyor. Zafer, kadın kırımı, hâlâ yeterince toplumun gündemine taşıyamadığımız ekokırım ve açlık arttıkça kazanılmış sayılıyor.
Toplamda, sınır şizofrenisini özelde demir kubbe şizofrenisini derinleştirerek bugünün kaotik halini de savaşın yarattığı genetiği de sürekli yeniden üretiyor. Velhasıl gücü, dışarıda savaşarak kazanmaya çalışan içeriyi de savaş kültürüyle yönetmeye kalkıyor. Kadın bedenini savaş meydanı, varoluşunu da “düşman” unsuru olarak görüyor. Doğayı evcilleştirilmesi gereken bir alan olarak “ıslah” etmeye çalışıyor. Yabancılaşma ile modern kölelikler normalleştiriliyor.
Bütün boyutlarıyla uzun uzun tartışılabilecek bir bela olarak savaş politikaları karşısında, herkes diyemem ama hafife alınamayacak bir kesim ise Komisyon’dan tüm bunları gören-gözeten olmasını ve giriştiği bu işte hesap vereceği tek yerin halk olduğunu bilerek, cesaretle hareket etmesini bekliyor. Yani barışı toplumsallaştırmak, bu işe girişen Komisyon’un da toplumsallaşmasından geçiyor.
Peki komisyon nasıl toplumsallaşabilir?
Temsil siyasetini aşacak toplumsal bir konsepte ihtiyaç var. Devlet dışı organizasyonlar olarak sivil toplum örgütleriyle-aktivist ve akademisyenlerle görüşmek, elbette çok önemli. Ama tam da 10 yılı aşkın süredir devam eden korku iklimi yüzünden maalesef sivil güçler de dar, toplumla bağının son derece zayıf olduğu bir yere çekildi. Bunu Komisyonun ne yapıp ettiğini anlayabilmemizin en pratik yollarından biri olan Meclis tutanaklarını incelediğimizde de görebiliyoruz. Bunca senedir yaşananların, toplum içinde, halklar arasında yaratılan uçurumun resmî belgeleri olarak tutanaklar çok şey anlatıyor.
Geniş bir spektrumdan sivil oluşumlar değerlendirmeler yapıyor. Bir kısmını dinlerken bazen biz bazen de Türkiye toplumundaki farklı kesimler anlatılan deneyimlerin travma tetikleyiciliği ile cebelleşiyoruz. Ancak bu tablonun, toplum içindeki yarılmayı, kutuplaşmayı ortadan kaldırmanın prototip uygulaması haline getirilmeye de son derece uygun olduğunu görmek gerekiyor. Bu bakış açısıyla sorunların ve taleplerin artık duyulabilir olması bir aşamayı; duyulanın esas alınarak toplumla birlikte çözülebilir hale getirilebilmesi de diğer bir aşamayı oluşturuyor.
Dinlenilen çevrelerin genişletilmesi, hatta komisyonun alt komisyonlarla tüm Türkiye’yi duyulur öznelere dönüştürmesi imkânsız değil. Dünya deneyimlerine bakmak bile yöntemlerin ne denli çeşitlendirilebileceği konusunda kafa açıyor. Hafıza ve yüzleşmeyi, hukuki ihtiyaçları, kadın ve doğa kırımının savaşla ilişkisini ve arttırabileceğimiz birçok odağı toplumla tartışarak çözüme yürüyen bir sürece ihtiyaç var.
Örneğin taraflar arasında ve Komisyon’da entegrasyon özellikle PKK’lilere dönük tartışılıyor olsa da bu tartışma, Türkiyeli halkların, gençlerin, inanç gruplarının ya da dini bir aidiyeti olmayanların ortak yaşamın ilkelerini demokratik yöntemlerle belirlemesi ve birlikte belirledikleri bu ilkelerle bütünleşmesini de kapsama potansiyeline sahip. Yine bu ilişkinin kurulması bütünleşme içine girecek herkesin birbirini eşit görmesine dayanmak zorunda. Çünkü demokratik entegrasyon, demokrasi kültürünün esas alınmasıyla ve geliştirilmesiyle mümkün kılınabilecek bir politika.
Tam da bu sebeple, sürdürülebilir olmayan bu yönetme-yönetememe halinden çıkmak-gölgeyi yırtmak için dünya siyasetinde hatta akademisinde yüzüne pek bakılmayan demokrasi mefhumuna daha yakından bakmak, çoğunluk olmayanların çoğu şeyi değiştirebilecek güçte olabileceklerini düşünmek gölgeyi sahiden ve cesaretle yırtmaya bağlı.
İşte burada Öcalan’ın varlığı ve söylemi ile Komisyon’un toplumsallaşması arasındaki bağı doğru okumak, demokratik toplum, demokratik siyaset, demokratik entegrasyon, bütünsel hukuk gibi vurgularla dolu Barış ve Demokratik Toplum Çağrısından, akabinde geliştirilen Barış ve Demokratik Toplum Manifestosundan vazife çıkarmak gerekiyor.
Bu bağlamda barışı müzakere eden tarafların kimler olduğunu ama aslında daha fazla kimler olabileceğinin cevabını da Komisyon’u oluşturan temsillerin kendilerine sormaları çok önemli. Çünkü barış karşısında hiçbir anlamı olmayan milli “kırmızı çizgilerin”, barışın muhatabı olmamaya değip değmediğinin düşünülmesi, barışı sağlamayı ve toplumsallaştırmayı isteyip istememekle doğrudan bağlantılı. Kim ne derse desin, Öcalan’ın herhangi bir meşruiyet sorunu yok. Aksine geniş bir toplumsal etkisi ve desteği var. Üstelik Hükümetle barış görüşmelerini sürdüren taraf. Haliyle Komisyon’un Öcalan’la görüşmesi, hükümet ve Öcalan arasında süren müzakerelere dahil olmak, toplumsal kesimlerin farklı siyasi temsillerinin de barışın öznesi haline gelebilmesinin yolunun açılması demek. Soruyu somutlaştırayım; Komisyon hâlâ Öcalan’la görüşmüyorsa CHP, Yeni Yol, Yeniden Refah, TİP, EMEP, DSP ve DP’nin barışın öznesi olmak istemediğini mi anlamalıyız? Gölgeyi yırtmak istemediklerini mi?
Diğer taraftan bu yazıyı yazarken henüz Türkiye’deki kadın örgütlerinin dinlenmediğini de akılda tutmak gerekiyor. Savaşın kadınların hayatına etkisi başlı başına bir konu elbette. Bunca savaşa rağmen kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelelerine bir an olsun ara vermeden devam ettikleri de hakikatin kendisi. Şimdiye kadar Komisyon’a davet edilenlerin, hele de muhalif eğilimleriyle tanıdıklarımızın bile savaşta kadınların yaşadıklarını, hak ihlallerinin, işkence ve kötü muamelelerin ne denli cinsiyetçi olduğunu kapsamlı bir şekilde ifade etmemiş olmaları, kadın hareketlerinin neden o Komisyon’da konuşması, özneleşmesi gerektiğinin de bir kez daha ispatı oluyor.
Barış sürecinin inşasında kadınların alacakları pozisyon düşünüldüğünde, Komisyon’un, kadınları en güçlü ittifakları haline getirme iddiası taşıyıp taşımadığı ise stratejik bir yer kaplıyor. Bilhassa Komisyon’daki kadın üyelerin 10’dan fazla olduklarını göstermeleri, barışın karakterinin ne olacağının da siyasetini kuracak güce dönüşmeleri Türkiye’deki kadın hareketleriyle güçlü bir bağ kurmalarından geçiyor/geçecek. Çünkü kadınların özneleşmediği bir barış sürecinin özelde de Komisyon faaliyetinin, diğer bütün unsurlar yer alsa da toplumsallaşmasına yetmeyeceği açık. Dünya deneyimleri de Kürt kadınların özgürlük ve eşit yurttaşlık için verdiği mücadele de Türkiye’deki feminist mücadele de kadınsız bir barışın mümkün olmayacağını gösteren, yaşayan güçler.
Ancak bana kalırsa Komisyon başkanı şahsında açığa çıkan bu yaklaşım, Komisyon’un kendisini Meclis’in değil hükümetin parçası olarak görmesine dayanıyor. Nitekim özgürlük ve eşitliğe dair mücadelelerin Hükümetlere dönük olduğunu, Meclislerin zaten halkın iradesinin yansıması olduğunu-olması gerektiğini unutturmaya çalışıyor.
Haliyle bırakalım radikal demokrasiyi, parlamenter sistemi bile zayıflatarak başkanlık sistemini güçlendirenin tam da bu “önem atfetmeme” hali olduğunu düşünmeden edemiyorum. Çoğulculuğa hakkını veremediğimiz için çoğunluğun çizdiği kadere mahkûm edildiğimizi her zamankinden daha fazla düşünüyorum. Çoğunluk denilenin pekâlâ değiştirilebilir olduğuna, çoğunluk olduğunda da demokrasiden taviz vermeyeceklerin olduğuna, halkların özgürlük ve eşitlik mücadelesini, barışma çabasını gördükçe daha fazla inanıyorum.