Gerçek anlam, sessizlikten doğar; ama o sessizlik, insanın kendinden kaçmadığı bir sessizliktir. Kendini bilmek, kendine karşı dürüst olmaktır. Yalanla örülmüş bir benlik, başkasını yalnızca kendi yanılsamasının aynasında görür. Oysa anlamak, aynayı temizlemektir, bazen de kırmaktır
Gürsel Karaaslan
İnsanın kendi sessizliğini duymadan başkasının sesine ulaşması mümkün müdür? İnsanın en eski yanılgısı, kendinden kaçarken başkasını anlamaya çalışmasıdır.
Belki de anlamak, en başından itibaren bir kaçıştır -kendinden, kendi sessizliğinden, kendi yüzünden. Oysa insanın içindeki en derin karanlık, bir başkasının gözlerinde değil, kendi bakışının arkasında gizlidir. Kendini bilmeden başkasını anlamaya çalışmak, ışıksız bir aynaya bakmak gibidir: Ne başkasının yüzü görünür, ne kendi suretin.
Biz, anlamak dediğimiz şeyin ne olduğunu çoğu zaman yanlış yerlerde ararız. Sanırız ki anlamak, karşımızdakinin ne dediğini çözmektir; oysa anlamak, onun neden sustuğunu duymaktır.
Bir başkasının kelimelerine değil, sessizliğine kulak vermektir asıl mesele. Ama bu sessizliği duymak, kendi iç sessizliğimizle tanışmayı gerektirir. Kendi içiyle barışamayan bir zihin, başkasının iç savaşını hiçbir zaman anlayamaz. Kendini bilmek, yalnızca akılla değil, kalple yapılan bir kazıdır.
İnsanın kendi içine doğru yaptığı bu kazı ne kadar derinse, başkasına dair sezgisi de o kadar genişler. Çünkü her hakiki anlam, bir iç yolculuğun yankısıdır. İçine inmeyen, dışarıyı yüzeyde görür.
Kendini bilmeyen, başkasını anlamaz; çünkü “başkası” dediğimiz şey, çoğu zaman kendimizin bize yabancı kalmış yüzüdür. Biz, anlamaya çalıştığımız kişide çoğu kez kendi acımızı, kendi korkumuzu, kendi yarım kalmışlığımızı ararız.
Ama bunu fark etmediğimizde, başkasını anlamak yerine ona kendi gölgemizi giydiririz. O artık o değildir; bizim yansımamızın maskesini takmıştır.
Ve böylece anlamak, tahakkümün bir biçimine dönüşür -öteki üzerindeki en yumuşak ama en derin iktidar biçimine. Oysa başkasını anlamak, kendini dayatmamakla başlar. Kendini bilmek, bu anlamda bir etik eylemdir: Kendini tanımak, sınırlarını tanımaktır; sınırlarını tanımak ise başkasına yer açmaktır.
Başkası ancak kendi sınırlarını kabul eden bir bilincin yanında nefes alabilir. Kendini bilmeyen bir insan, başkasının varlığını ya yutar ya da ondan kaçar. İki durumda da anlam yoktur; yalnızca yankı vardır, yalnızca tekrar. İnsanın anlamaya yönelişi bazen sevgiden, bazen yalnızlıktan doğar. Ama her iki durumda da aynı duvarla karşılaşır: kendi bilinmezliği.
Kendini tanımamış bir benlik, sevdiğini sanırken çoğu zaman sadece kendi eksikliğini sever. Anlamaya çalıştığını sanırken, aslında anlaşılmak ister. Bu yüzden, kendini bilmeden kurulan her ilişki, bir diyalog değil, bir yankılar korosudur. Herkes konuşur ama kimse duymaz.
Kendini bilmek, yalnızca “ben kimim” sorusunun değil, “ben kiminle konuşuyorum” sorusunun da cevabıdır. Çünkü anlamak, bir konuşmanın ortasında değil, bir dinleyişin içinde doğar.
Kendini bilen, susmayı da bilir -çünkü bilir ki sessizlik, başkasına yer açmanın en derin biçimidir. Sessizliği duymayan bir benlik, anlamayı bir hükme indirger.
Oysa anlamak, yargısız bir yakınlıktır; varlığını dayatmadan var olabilmektir. Kendini bilmek, aynaya bakmak değildir; aynayı sorgulamaktır.
Kendine bakarken gördüğünle yetinmeyip, “beni bana gösteren şey nedir?” diye sormaktır. Bazen o ayna kırılır, parçalanır, insan kendi içinin keskin kenarlarıyla kanar. Ama o kan, hakikatin mürekkebidir.
Kendini bilmek acıtır, evet; fakat başkasını anlamak da bu acının meyvesidir. Çünkü yalnızca kendi yarasını tanıyan, başkasının yarasına dokunurken saygı duyar. Belki de anlamak, aynı acının farklı biçimlerde yankılanışını tanımaktır.
Ve kendini bilmek, bu yankıların içindeki ortak titreşimi duyabilmektir: insan olmanın o derin, kırılgan, çıplak halini. Kendini bilmeden başkasını anlamaya çalışan, bu ortak titreşimi duyamaz. Çünkü o hâlâ kendi gürültüsünde boğulmaktadır.
Gerçek anlam, sessizlikten doğar; ama o sessizlik, insanın kendinden kaçmadığı bir sessizliktir. Kendini bilmek, kendine karşı dürüst olmaktır. Yalanla örülmüş bir benlik, başkasını yalnızca kendi yanılsamasının aynasında görür. Oysa anlamak, aynayı temizlemektir, bazen de kırmaktır.
Anlamak, bilmek değil; birlikte bilinmeyene doğru yürümektir. Ve belki de en derin anlam, hiçbir zaman tamamen sahip olunamayandır. Kendini bilmek, sonsuz bir soru; başkasını anlamak, o sorunun yankısıdır. İkisi de bitmez, ikisi de insanın varoluşuna içkin bir arayıştır. Çünkü anlamak, ulaşmak değil, yaklaşmaktır.
Kendini bilmek ise, yaklaşmanın hangi yönden mümkün olduğunu fark etmektir. Ve sonunda, bütün büyük yolculuklar gibi bu da aynı yere çıkar: İnsan, ne kadar uzağa giderse gitsin, sonunda kendine döner. Kendini bilmeden başkasını anlamak mümkün değildir, çünkü başkası, bizi bize geri getiren en incelikli aynadır.
Anlamak, o aynaya bakarken utanmadan durabilmektir; kırılgan, eksik ama sahici bir insan olarak. “Kendini bilmek, başkasını anlamanın başlangıcı değil, koşuludur. Ve insan, ancak kendi sessizliğinde başkasının sesini duyabilir.”








