Türkiye ekonomisinin birçok yapısal problemi var. Bunların başında onlarca yıldır ekonominin yılda ortalama %4-5 büyümesine rağmen, ülkenin ekonomik ve sosyal olarak kalkınamaması ve gelişememesi geliyor. Hatta son 22 yıldır ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda gerilediği bir gerçek.
Bu neden böyle?
Öncelikle ekonomik ve sosyal kalkınmadan ne anladığımızı açıklayalım. Bu, “toplum refahının artırılmasını hedefleyen ekonomik ve sosyal dönüşümü ifade eden bir kavram. Yani kişi başı milli gelir büyümesini ve kalkınmayı da (sanayileşme dahil) içeren sosyoekonomik yapısal bir dönüşümü anlatıyor. Öyle ki büyüme olmadan kalkınmanın gerçekleşmesi mümkün olmazken, kalkınmaksızın bir ekonomiyi büyütebilmek mümkün.
“Ekonomik ve sosyal kalkınma; üretici güçlerde kesintisiz bir gelişme ve dinamizm, ekonomik, sosyal, toplumsal ve siyasal yapıların değişerek insan yaşamının maddi ve manevi alanlarda ilerlemesi, birey ve toplum refahının artması, yani sosyoekonomik yapısal bir dönüşümü” anlatır. Buna karşılık “ekonomik büyüme” bu kalkınma sürecinin ilerleticisidir ve kişi başı milli gelirdeki artışla ifade edilir. Kısaca Türkiye örneğinde olduğu gibi, tek başına yüksek ekonomik büyüme bütüncül bir kalkınmayı sağlamazken, ülkedeki başta gelir ve servet eşitsizlikleri olmak üzere eşitsizlikleri daha da artırabilmektedir.
Kapitalizm altında kalkınabilmek mümkün mü?
Daha somut bir ifadeyle, ekonomik ve sosyal kalkınma; sanayileşme, kişi başı gelir artışı (büyüme), adil bir gelir dağılımı, etkin bir kaynak tahsisi, ileri teknoloji, sosyokültürel ilerleme, demokrasi ve insan hakları, nitelikli eğitim, sağlık, barınma ve sosyal güvenliğin insan hakkı olarak kabul edilmesi, çevre bilincinin gelişmesi, kadının güçlendirilmesi, hakkaniyetli bir kamu yönetimi, eşit yurttaşlık, engelli haklarının tanınması, ekolojik olarak sürdürülebilir bir ekonomi ve bir bütün olarak adaletli bir toplum kurmayı anlatır. (1)
Bu tanım, günümüzde kapitalizm altında bu içerikte bir kalkınmanın sağlanmasının artık imkânsız olduğu gerçeği ile yüzleşmemizi gerektiriyor. Nitekim Türkiye dahil azgelişmiş ülkelerin kapitalist sistem içinde ekolojiyi koruyarak sanayileşebilmesi ve ekonomik anlamda dahi kalkınabilmesi artık kapitalizmin hem asıl olarak kâr amaçlı bir sistem olması hem de uzun süreli krizleri ve durgunlukları nedeniyle oldukça zordur.
Kalkınmanın barış ve demokrasi ile ilişkisi
Ünlü kalkınma iktisatçısı Amartya Sen iktisadi kalkınmayı, öz itibarıyla “insani kapasitenin ve özgürlüklerin geliştirilmesi” olarak tanımlar. Ona göre, “asıl kalkınma unsuru, insanların tercih yapabilmeleri anlamında kapasiteleridir”. Bu kapasitelerin varlığı, insani gelişimin odağında yer alır. Kapasiteler koşullarla, değerlerle değişir ve arzularla gelişir. Aşırı yoksunlukla sınırlandırılmış olan temel kapasitelere sahip bulunmak bugün artık yeterli değildir. İnsanların kendi yaşam öyküleri için geliştirilmiş kapasiteler giderek zorunlu hale gelir. Sen, herkesin daha uzun ve refah içinde yaşamak, iyi sağlık, eğitim, toplumsal yaşama aktif katılım gibi temel kapasitelere erişme hakkının kabul edilmesini kalkınmanın ilk koşulu olarak kabul eder. (2)
“Özgürleşerek kalkınmak”
Bir başka anlatımla, A. Sen’e göre, kapitalizmin neden olduğu sorunlarla baş edebilmenin ve sosyoekonomik kalkınmanın yolu “bireyin özgürleştirilmesi konusunu işin merkezine almaktan” geçiyor. Ancak bireysel özgürlükleri belirleyen ya da kısıtlayan sosyal, politik ve ekonomik koşullar ve fırsatlar da çok önemlidir. Dolayısıyla birey ve sosyal düzenlemeler birbirini tamamlayan şeylerdir, birbirinden kopuk değildir. Kalkınma için sosyal ve kurumsal düzenlemeler yapılması da şarttır.
Özetle, eş anlı olarak bireyin özgürleşmesini merkeze aldığımız kadar, sosyal etkilerin bu bireysel özgürleşmeyi etkilediği gerçeğini de kabul etmek durumundayız. Bu yüzden bireysel özgürlük toplumsal bir taahhüt olarak görüldüğünde, sözü edilen yoksunluklarla mücadele etmek mümkün olabilir.
John Rawls’a göre ise kalkınma, “tüm bireylerin temel haklara, özellikle de herkesin potansiyelini mümkün olduğunca gerçekleştirmesini sağlayacak bir çerçevede faaliyet gösterme hakkına sahip olduğunun kabul edilmesi” olarak tanımlanabilir. Bu anlayış, salt ekonomik bakışa kökten karşı çıkan ve kalkınmayı sosyal, politik ve ekonomik düzende özgürlükle özdeşleştiren bir tanımda en uç biçimini bulur. (3)
Türkiye’de yıllardır insani kapasiteler yok ediliyor!
Türkiye’nin de aralarında olduğu birçok azgelişmiş ülke ise bugüne kadar bu kapasiteleri yaratmadan, hatta mevcut kapasiteleri daha da aşındırarak, vasatı temel alarak, demokrasiyi giderek yok ederek, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırarak (hatta daha da kısıtlayarak) ekonomik büyümesini sağladı.
O halde toplumcu bir ekonomik ve sosyal kalkınma hedefinden sapmadan, orta vadede kalkınmanın alt yapısını yaratmamız gerekiyor. Bu beklendiği gibi, beş yıllık kalkınma planlarının ve orta vadeli programların yapılması, buna uygun olarak seçili sektörlerde yeni yatırımların teşvik edilmesi gibi araçların kullanımının ötesinde, temel bir alt yapıyı inşa etmekten geçiyor: “barış ve demokrasinin inşası”. Çünkü bu ikisi bir önkoşul olarak gerçekleştirilmeden ekonomik ve sosyal kalkınmanın sağlanabilmesi imkansızdır.
Alt yapı olarak barış
Dünyanın çok çalkantılı bir dönemden geçtiği malum. Bugün, 1980’lerden bu yana hiç olmadığı kadar çok insan silahlı çatışmalarda hayatını kaybediyor. Aktif savaşların sayısı tarihsel olarak çok yüksek seviyede. Bu savaşların etkileri askeri alanın çok ötesine uzanıyor: ölümlerin yanı sıra, milyonlarca insan yerinden ediliyor, gıda ve enerji üretimi sekteye uğruyor, doğa tahrip ediliyor, iklim değişikliği ile mücadele programları ve kalkınmaya yönelik sosyoekonomik çabalar bir kenara itiliyor. Öncelik, başta ABD ve Avrupa’da olmak üzere, silah sanayine ve askeri harcamalara veriliyor.
Son 75 yılda 145 ülkede yaşanan 115 çatışmaya ait verileri kullanan bir makale savaşların ekonomilerde derin ve kalıcı izler bıraktığını, savaşların başlamasının ardından üretim, yatırım ve ticaretteki büyük ve kalıcı düşüşleri belgeliyor ve 10 yıl sonra bile toparlanma belirtisi görülmediğini ortaya koyuyor. Devlet gelirleri dibe vururken, harcamalar sabit kalıyor ve bu da iktidarları enflasyonist finansmana ve kısa vadeli borçlara bağımlılığa zorluyor. Bulgular, savaşın gerçek maliyetinin savaş alanının çok ötesine uzandığını ve gelecek yıllar için mali ve parasal istikrarı yeniden şekillendirdiğini gösteriyor. (4)
Toplumsal barış olmadan kalkınma olmuyor!
Oysa barış sadece bir hedef değil, diğer tüm hedeflerin temelidir, bunların alt yapısı olarak işlev görür. Bu yüzden de barış olmadan, kalıcı ve kapsayıcı bir kalkınmanın gerçekleşmesi imkansızdır. Barışın olmadığı yerlerde sürdürülebilirlik her alanda tehlikeye girer. Çatışmalar başta yatırımlar olmak üzere, ekonomik faaliyetleri aksatır, sağlık sistemlerini tahrip eder ve eğitime büyük darbe vurur. Toplumsal güveni ve demokratik kurumları zayıflatır.
Bir başka anlatımla ne dünya ne de Türkiye artık ekonomik ve sosyal kalkınma ve barışın inşasını ayrı gündemler olarak ele alma lüksüne sahiptir. Bunlar birbirinden ayrılamaz bir şekilde bağlantılıdır. Barış kalkınmanın temelidir ve (kuşkusuz) iyi tasarlanmış içermeci, ekolojik kalkınma müdahaleleri de barışı güçlendirir.
Alt yapı olarak demokrasi
İçinde bulunduğumuz hızlı otoriterleşme ve/veya otokrasiye yönelim neo-liberal politikaların kaçınılmaz bir uzantısıdır. Şöyle ki bu politikalar, çalışma-emek rejimini düzensizleştirdi, güvencesizleştirdi. Egemen sınıflar ve onların politik alandaki sözcüleri, plütokratlar, patriarka ve aşırı sağcı hareketler, aşırı bir servet ve gelir eşitsizliği yarattıktan sonra, şimdi yapay zekâ, göçe zorlama, kaynak kıtlığı ve iklim felaketleri gibi felaketlerin neden olabileceği belirsiz bir geleceğe karşı kendilerini, kusurlu da olsa demokrasiyi yok ederek, güvence altına almak istiyor.
Bu amaçla, örneğin Macaristan’da sivil toplum grupları “yabancı ajanlar”, Türkiye’de bir gazeteci ve bir belediye başkanı “siyasi casus” olarak etiketlenebiliyor. Rusya’da çevre örgütleri “aşırılıkçı” olarak tanımlanabiliyor. Myanmar’da demokrasi aktivistleri sokak ortasında öldürülebiliyor. Böyle rejimler altında demokratik- yasal örgütler ve kurumlar sadece finansal kaynaklarından olmuyor, aynı zamanda yasadışı da ilan ediliyorlar. Bu örgütlerin yöneticileri sadece tacize uğramıyor, hapse de atılıyorlar.
Demokrasiyi koruma mücadelesi küçümsenmemeli
Bu yüzden de (kimilerine tuhaf gelebilirse de), bizi hiçbir zaman tam olarak kucaklamamış bir demokrasiyi korumak için de mücadele etmemiz gerekiyor. Üstelik, bunu yaparken kusurlu bir demokrasiyi savunmakla, hatta onun başarısızlıklarını meşrulaştırmakla suçlanabiliriz.
Ancak bu suçlamalar temelsizdir. Öncelikle, demokrasinin bütünüyle ortadan kaldırılmasına izin vermek, onun başarısızlıklarının meşruiyetini ortadan kaldırmaz, tersine bunları düzeltmeyi imkânsız hale getirir. Nazilerin Almanya’da burjuva demokrasisini ortadan kaldırdığında, toplama kamplarının daha az gerçek hale gelmediği, hatta daha gerçek, daha yaygın ve daha sistematik hale geldiği unutulmamalıdır.
Yaptığımız şey statükoyu savunmak değil, gerçek mücadelenin yaşandığı savaş alanını savunmaktır. Mevcut kusurlu demokrasinin yeterince iyi olduğunu söylemiyoruz, değiştirilebilir olduğunu ve bunun da savunulmaya değer olduğunu söylüyoruz.
“Kusurlu olanla” “hiç olmayan” arasındaki bir seçim
Keza “mükemmel demokrasi” ile “kusurlu demokrasi” arasında bir seçim yapmadığımızı, kusurlu demokrasi ile hiç demokrasi olmaması durumu arasında seçim yaptığımızı da bilmemiz gerekiyor. Çünkü örgütlenme hakkı, demokratik protesto hakkı, dava açma hakkı, seçme ve seçilme hakkı, toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkı, ifade ve basın özgürlüğü gibi haklar, kusurlu da olsa demokrasi sayesinde mevcuttur. Bunlar soyut ilkeler değil mücadelemizi mümkün kılan araçlardır. Otoriter rejimlerde ve/veya açık diktatörlüklerde bu haklar sınırlanmaz, bütünüyle suç sayılırlar. (5)
Sonuç
Mükemmelliğin, mümkün olanın karşıtı olmasına izin vermemek gerekiyor. Mümkün olanı, dönüşüm için bir basamak olarak kullanmak akılcı olandır. Kaldı ki demokrasi tarihinde her demokratik/reformist hareket baskıcı sistemleri meşrulaştırdıkları yönünde eleştirilerle karşılaşmıştır.
Bu bağlamda emekten yana olanlar, gerçek demokratlar, sosyalistler sınıflı bir toplum olan kapitalizmde barış ve demokrasiyi “hedef” olarak görmekten ziyade, bir “sosyal altyapı” olarak ele alırlar. Kısaca, barış ve demokrasi; sınıfsız-sömürüsüz- sınırsız-sosyal adaletçi, eşitlikçi ve ekolojik bir toplum için daha iyi mücadele etmenizi sağlayan zorunlu bir altyapı olarak görülmelidir.
Marx’ın “toplumlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ancak verili koşullar altında…” sözü akıldan çıkarılmamalıdır. Gelecek için toplumsal barış ve demokrasinin çok ilerisinde (sosyalizm gibi) hedeflerimiz olabilir ama verili koşullar öncelikli olarak, barış ve demokratikleşmeyi hayata geçirmeyi gerekli kılıyor.
Bu böyle kavrandığında yine Marx’ın bir başka sözü: “hiçbir toplum çözemeyeceği sorunları gündemine almaz. Sorun ortaya çıktığında çözüm yolları da olgunlaşmaya başlar” sözü ete kemiğe bürünür. Türkiye toplumu bu sorunları gündemine almıştır ve artık geriye dönüş söz konusu değildir. Verili koşullar altında barış ve demokrasiyi alt yapı olarak kurgulayarak, ekonomik ve sosyal kalkınma için yeni bir yol açmak mümkün ve gereklidir.
Anahtar sözcükler: Amartya Sen, Barış, Demokrasi, Ekonomik ve Sosyal kalkınma, John Rawls, Özgürleştirici Kalkınma.
Dip notlar:
- Mustafa Durmuş, Çoklu Krizler Çağında İktisadi Kalkınma, Büyüme ve Ekoloji, Tez-Koop-İş Sendikası Eğitim ve Araştırma yayınları No.7 (Nisan 2025), s. 17.
- Agk, s. 20.
- Agk, s.21.
- https://www.nakedcapitalism.com/2025/11/the-lasting-economic-scars-of-war.html (4 Kasım 2025).
- https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/democracy-as-infrastructure (2 Kasım 2025).









