Çocuklar ve doğanın yağmasında eşi benzeri görülmemiş bir gözü dönmüşlükle karşı karşıyayız. Madenler yani ülkenin dağı taşı bir avuç maden için adeta kemiriliyor. Cudî, Kaz Dağları, Gabar ve daha niceleri artık tanınmaz halde. Ağaçları, maden ve petrol kaynakları lime lime edilerek sermayeye dönüştürülüyor. Bu arada mekânsal dönüşüm devasa bir mülksüzleştirmeyle el ele vererek yarın için başka bir cehennem yaratılıyor. “Maden ihracatımızı 7 kat artırarak 2023 yılında 5,7 milyar dolara çıkardık” diyen Erdoğan bu yağmanın nasıl bir sermaye döngüsünün parçası olduğunu özetlemiş oluyor.
Türkiye’yi emperyalist iş bölümü içinde önemli bir yere oturtmak, değerini arttırmak için çocuklar da doğa da en vahşi biçimlerde yağmalanıyor. “Değerini arttırmak” işçi ve emekçilerin çocuğu, kadını, genci, erkeğiyle değersizleştirilmesini gerektiriyor. Onlar ne kadar değersizleşmişse uluslararası rekabette yer kapmak o kadar mümkün hale geliyor. Onlar ne kadar değersizleşmişse tekellerin iştahı o kadar kabarıyor!
Tıpkı doğanın özsuyunu vahşi bir iştahla soğurup değersizleştirdikleri gibi…
İşçi ve emekçiler açısından bu değersizleştirme sadece “pahada” en ucuz hale getirilmekle sınırlı kalmıyor. O duygu içselleşsin, muktedirler dışında herkes kendisini değersiz hissetsin, en aza tamah etmeyi öğrensin, haddini ve yerini bilsin diye her şey yapılıyor.
Üniversite okuyan gençler pislik içindeki bakımsız yurtlarda barınmaya mahkûm ediliyor. Emekçi çocuklarına “liseyi bile bitirmeseniz, daha doğrusu devam etmeseniz olur” deniyor. Neden? Sermaye taze ama bir o kadar da ucuz kan istiyor. “Yeter ki bir an önce onun dişlileri arasına fırlayıverin” diye buyuruluyor.
Zaten artık okumaları da mümkün olmayacak bir hayal haline gelmiş durumda. Hayal, çünkü okumak para demek, okumak evin geçimine katkı koyamamak demek, okumak lüks demek! Asgari ücretin 22 bin TL, açlık sınırının 27 bin 970, yoksulluk sınırının 91 bin 109 TL’ye yükseldiği bu sömürü cehenneminde çocuklar, emekliler herkes kira ödemek, ekmek parasını denkleştirmek için çalışmak zorunda değil mi? Zorunda ve bu giderek daha yakıcı bir gerçek halini alıyor.
Bu zorunluluğu bilmenin küstahlığıyla yapılıyor tüm düzenlemeler. Patronların dediğini harfiyen uygulayan adına Millî Eğitim Bakanlığı denilen bakanlık tam da o nedenle mealen “onlar öyle istedi o yüzden bu sefer de 4+4+4 modelini kaldırıyoruz, liseyi 2 yıl okumak kâfi, isterlerse mesleki eğitime devam etsinler” diyebiliyor.
Tüm ilişkileri ve ihtiyaçları metalaştıran bu vampir sistem o değersizlik duygusunu gündelik hayatın her alanına taşımak için özel bir çaba da harcamıyor. Artık istediği kıvama gelmiş ve kanıksanmaya başlamış bir durumla karşı karşıyayız. Emekçilerin bu gerçeği bildiği, bu gerçekten ürktüğü ama öfkesini, kaygısını örgütlü bir güce dönüştüremedikçe afallayıp kaldığı bir durum bu aynı zamanda…
İnsanların bebeklerini bile teslim etmekten korktuğu hastaneler, “zehirlenir miyim?” diye düşünmeden edemediği lokantalar-büfeler, olası bir depremde milyonların canına mal olacağı bilindiği halde yaşanan o köhne evler ve kılını kıpırdatmayan ya da kıpırdattığı anda fatura kesen, depremle yerle bir olmuş kentlerin emekçilerine bir başına bırakıp yandaş müteahhitlere bir türlü tamamlanmayan ihaleler dağıtmakla meşgul bir iktidar…
“Alışılmış” değersizleştirme ve buna karşı öfkesini içinde saklama yer yer dışa vurma halinin sayısız örneği sıralanabilir. İlle de çocukluğun acımasızca yağmalanması konusunda…
Sadece son birkaç günde yaşanan iş cinayetleri oyunda, okulda ya da herhangi bir etkinlikte olması gerekirken çalışmak zorunda bırakılan ve kanına sudan ucuz muamele yapılan çocuk işçiliğin ne kadar yaygın ne kadar tekinsiz ortamlarda alıp başını gittiğini anlamamız için yeterli sanırım. Birinci derecede tehlikeli işkolu kategorisine girdiği ve onca şikâyete rağmen kaçak kaçak üretime devam eden Gebze’deki Ravive Parfüm’ün deposunda hayatını kaybeden çocuk işçiler Cansu Esatoğlu, Nisa Taşdemir, Tuğba Taşdemir’in isimleri ucuz-güvencesiz çocuk işçilik gerçeğinin en çarpıcı simgelerinden oldular. Aradan bir hafta bile geçmeden bu sefer Urfa’da bir inşaatta meydana gelen göçükte 15 yaşındaki Sedat Kurt ve 16 yaşındaki Yakup Güneş hayatını kaybetti. Durumun vahametini İSİG Meclisi ulaşabildiği rakamlarla açıkladı: Kasım ayının ilk on altı gününde 9, bu yıl şu ana kadar tespit edebildikleri kadarıyla 81 çocuk işçi hayatını kaybetti!
Dağın, taşın, çocuğun, yaşlının, kadının, gencin sermaye için taşıdığı anlam, birikim politikaları açısından kapladığı yere göre belirleniyor kısaca. Bunun pratik karşılığını da yaşayıp görüyoruz.
Fakat bu devran böyle gitmez. Her şeyi açgözlü bir iştahla yutup, “buna rıza göstereceksiniz” diyen bu barbarlık düzenine karşı biriken öfke er ya da geç örgütlü bir toplumsal güce dönüşerek “yıkıl” diyecektir. Er ya da geç!..









