Hêlîn Ümit, sürecin mimarının Abdullah Öcalan olduğunu vurgulayarak ‘Önder Apo’nun fiziki koşullarının düzenlenmesi lazım. Fiziki özgürlüğünün sağlanması lazım. Üzerine aslında artık o esaret koşullarının aşılması lazım. Bu çerçevede yasal ve hukuki zeminin oluşturulması gerekir’ dedi
Medya Haber televizyonuna konuşan Kürdistan Özgürlük Hareketi üyesi Hêlîn Ümit, “Kürt Demokratik Uluslaşması’nın tek bir Önderliği var, o da Önder Apo’dur, o da muhatap alınmak durumundadır” diyerek, Abdullah Öcalan’a yaklaşımın sürecin nasıl gelişeceğinin tek kriteri olduğunu söyledi.
Hêlîn Ümit, Meclis’teki komisyonun Abdullah Öcalan ile tartışmak ve onu dinlemek zorunda olduğunu ifade ederek, “Kürt varlığı Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parçası olacak mı, olmayacak mı? Eskisi gibi asimilasyonist ve soykırımcı politikada mı ısrar edecekler? Yoksa Kürt varlığı kabul edilecek mi? Komisyonun bu soruya cevap vermesi lazım” dedi.
Hêlîn Ümit’in değerlendirmeleri şu şekilde:
“Öncelikle Önder Apo’ya tüm yoldaşlarım adına sevgi ve selamlarını belirtmek istiyorum.
Türkiye’deki gündemin esas konusu demokratik toplum ve barış süreci. Herkes demokratik toplum ve barış sürecinin geldiği aşamayı anlamaya çalışıyor.
Bu sürecin mimarı Önder Apo. Yani 27 Şubat’tan günümüze kadar eğer ortaya bir umut çıkmışsa, ortada bir süreçten bahsedilebilecekse Önder Apo’nun hamleleri, çabaları, emeği, fedakarlığı sayesinde. Fakat TC yönetiminin ise bu konuda ciddi bir adımı olmadığını herkes söylüyor.
Sürecin başından itibaren tarafların yaklaşımları farklı
Sürecin başından itibaren Önder Apo da şuna özenle dikkat çekti. Dedi ki, bu taraflar inisiyatifi aldılar, yeni bir süreç gelişiyor. Bu bir al-ver süreci değil. O anlamıyla bir tüccar mantığıyla da yaklaşmıyoruz, bir hesap da yapmıyoruz. Fakat bir süreç var. Yani adı konulmak istenen bir süreç var. Taraflar bu süreci de ayrı ayrı tanımladılar aslında.
Örneğin, Önder Apo Demokratik Toplum ve Barış Süreci olarak isimlendirirken, TC yönetimi bu sürecin ismini Terörsüz Türkiye olarak isimlendirdi. Başından itibaren tarafların sürece yaklaşımı farklıdır, amaçları farklıdır. Önder Apo ve Özgürlük Hareketi, yani biz bu süreçle birlikte Türkiye’de demokratik toplumu, barışı inşa etmeyi hedeflerken Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık tarihinde açığa çıkan antidemokratik sistem inşasını aşarak Kürt-Türk ittifakına dayalı yeni bir dönemin kapısını aralamaya çalışırken karşı taraf ise günübirlik çıkarlarla bu süreçten nasıl faydalanabileceğinin arayışı içerisinde.
Bu süreç açısından böyle değerlendirmeler farklı farklı şekillerde devam ediyor. Birçok kesim aslında çok kötü niyetli değil. Çok kötü niyetli olmayan fakat sürece çok fazla anlam veremeyen devlet dışı bir kesim var. Bunların çoğu şunu söylüyorlar. Diyorlar ki, ya bu böyle yani tek taraflı atılan adımları Kürt Özgürlük Hareketi niye atıyor, niye Önder Apo böyle yapıyor, niye PKK bu tür tavırlara giriyor? Gerçekten buna anlam vermekte zorlanan çok önemli bir kesim var. Hatta bazıları böyle bu anlam verme sıkıntısından dolayı ciddi böyle savrulmalar da yaşıyorlar. Bir dönemin dostlarından neredeyse böyle karşı konuma gelen kesimler bile oldu. O anlamıyla evet, bu süreci daha iyi tanımlamak, anlaşılır kılmak gerekli.
Bu süreci Önder Apo dışında hiç kimse geliştiremezdi. Bu sürecin gerçek mimarı Önder Apo’dur. Ne hiçbir güç PKK’ye örgütsel varlığını sonlandırtabilirdi, ne silah bıraktırabilirdi, ne silahlı mücadele stratejisine son verdirebilirdi, ne herhangi bir yerdeki gücünü çektirebilirdi.
Bakın toplamda 47 yıllık bir mücadele sürecinden bahsediyoruz PKK açısından. Özelde ise son 10 yıllık çok kıran kırana bir savaş sürecinden bahsediyoruz. Yapılmayan kalmadı. PKK hiçbir mevziisinden tek bir geri adım atmadı. Kimse bunu yapamazdı, yaptıramazdı. Bunu niye böyle altını çizerek söylüyorum? Çünkü böyle bir demagoji var Türkiye’de. Özellikle iktidar kanadında, sürece yaklaşımdaki samimiyetsizlik şuna yol açıyor. Sanki böyle bir fırsat yakalamışlar, Kürt Özgürlük Hareketi’ni bitirmişler, ortada bir direniş gücü yok, oldubittiye getirmeye çalışıyorlar. Hem kendilerini hem de esas olarak da Türkiye kamuoyunu kandırıyorlar, yanlış yapıyorlar. Ben herkesi ciddiyete davet ediyorum, herkesi samimiyete davet ediyorum. Herkesi, hakikate saygıya davet ediyorum.
Çünkü bu, böyle yapanlar, iyi niyetlileri bir tarafa koyuyorum ama özellikle kötü hesap yapanlar, buradan çıkar umanlar, buradan bir şey yaratmayı başaracaklarını sananlar yanılacaklar. Bu hesaplar döner yani. Bu hesaplar döner. Bunu böyle bir tehdit olması açısından da söylemiyorum. Hakikat her zaman açığa çıkar, gerçek her zaman açığa çıkar. Bunu herkesin çok iyi bilmesi lazım. O anlamıyla bence süreç açısından en önemli şey, anlam verme gücünün arttırılması.
Bu sürece nasıl gelindi; Hareketimizin yönetimi çeşitli açıklamalarla, programlarla hepsini ifade etti. Bu sürecin gelişmesinde yürüttüğümüz mücadelenin geldiği düzey, bölgede yürütülen savaş, dış dinamikler, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehlike ve Önder Apo’nun gerçek bir Türkiye yurtseveri olarak aldığı inisiyatiften bahsetti. Yani bu söylemlere biraz daha kulak kabartılsa ve bunlar üzerinde yoğunlaşılsa daha doğru olur.
Süreç için çok büyük adımlar atıldı
Geldiğimiz nokta nedir? Demokratik toplum ve barış sürecinde gelinen nokta nedir? 27 Şubat çağrısından günümüze kadar 9 aylık bir süre geçti. Bu süreç zarfında Önder Apo’nun öncülüğünde, onun perspektifleriyle, onun yönlendirmesiyle Kürt Özgürlük Hareketi, genelde Kürt tarafı üzerine düşen tüm adımları attı. PKK’nin örgütsel varlığını feshetti, işte silahlı mücadele stratejisine son verdi. Bu her ikisi çok büyük adımdır, tekrar tekrar söylüyorum. Yani bazıları sanıyor ki bu böyle bir şey, yani kağıt üzerinde böyle atılan bir oyun gibi. Bu öyle değil ki. Ortadoğu’yu 50 yıldır savuran, yakan bir hareketten bahsediyoruz. Sallayan, değiştiren, dönüştüren bir devrimci dinamikten bahsediyoruz. Yani bunun böyle bir karar almış olması çok büyük bir olaydır. Bunun böyle sıradanlaştırılmaması lazım. Hakeza, yani şimdi mesela Türkiye’de böyle iktidar cenahı ve ona bağlı medya grupları hep şeyi tartışıyorlar. Silah bıraktılar, bırakmadılar. Acaba bu süreç nasıl yürüyor, nasıl yürümüyor? Bu sahada nasıl oluyor, pratikte oluyor, olmuyor? Yani bunlar da aslında artık teferruat, yani stratejik olarak PKK silahlı mücadelesine son vermiş. Yani bundan daha büyük karar mı var stratejik olarak? Yani taktik olarak değil. Demiş ki, ben koşulları oluşursa silahlı mücadele stratejisine son veriyorum.
PKK 12. Kongresi’nin aldığı kararları uygulamadaki samimiyetini göstermek için de çok büyük adımlar atmış. Ne yapmış? İşte 11 Temmuz’da Besê arkadaşın öncülüğünde silah yakma töreni yapmış. Heval Sabri Ok’un öncülüğünde Bakur’dan güçlerinin çekildiğini törenle ilan etmiş. İşte Zap’ta çatışma alanlarından geri çekildiğini, çatışmasızlığı korumak istediğini, bu konudaki samimiyetini ortaya koymuş. Kürt Özgürlük Hareketi Önder Apo’nun perspektifleri çerçevesinde üzerine düşen her şeyi yapmıştır. Fakat karşı tarafta yani Türk devleti açısından ise yapılan neredeyse hiçbir şey yoktur.
Bir oyalama komisyonuna döndü
Şimdi bir meclis komisyonu var. Meclis komisyonu etrafında tartışmalar dönüyor. Biliyorsunuz meclis komisyonu da bizim talebimizle, biraz dayatmalarımız da oldu. Evet, CHP’nin de böyle bir talebi vardı. Meclis komisyonunun kurulmasını neden istediğimizi daha önce sıklıkla anlattık aslında. Bu sorunun Kürdistan’daki varlık ve kimlik sorununun, özgürlük sorununun, Kürt halkının Türkiye Cumhuriyeti ile birleşme sorununun sadece AKP’nin değil, genel Türkiye’nin, Türkiye siyasetinin sorunu olduğu için, meclisin bu sorunu sahiplenmesi gerektiğini düşündüğümüz için biz komisyonu bu kadar dayattık. Şimdiye kadar da biraz çalışma yürüttüler. Fakat hala komisyonun faaliyetleri olumlu mu oldu, olumsuz mu oldu, fayda mı getirecek, zarar mı getirecek halen açığa çıkmış değildir.
Bu komisyon mevcut haliyle tam bir oyalama komisyonuna döndü. Oyalama, zamana yayma. Niye böyle söylüyorum? Çünkü komisyon evet bir dinleme komisyonuydu. Başından itibaren kendi görevlerini de tanımladı aslında. Dedi ki, biz tarafları dinleyeceğiz, araştıracağız, inceleyeceğiz. Bu sorunun çözümü için meclise bir yasa taslağı oluşturacağız, sunacağız vs. Çeşitli kesimleri dinlediler. Fakat en temel muhatabı dinlemediler. Önder Apo’yu dinlemediler. 12. PKK Kongresi Önder Apo’yu baş müzakereci olarak belirledi. Baş temsilci olarak belirledi. Baş aktör olarak belirledi. Önder Apo yürütürse, Önder Apo olursa aldığı kararları da uygulayacağını ve bu süreci geliştireceğini söyledi, açıktan ilan etti. Ve bunu da pratikte gösterdi. Fakat dikkat edilirse, komisyon yaklaşık iki aydır, iki aydır diyorum, öncesinde de vardı gündemde ama, İmralı’ya gidecek mi, gitmeyecek mi? Gitmeli mi, gitmemeli mi? Bugünlerde karar çıkacağı söyleniyor, işte son dinlemelerini yapacağı söyleniyor komisyonun. Yani neden olmaz? Yani bunun çok iyi anlaşılması lazım.
Önder Apo 60 milyon Kürt’ü temsil ediyor
Bu böyle bir şey değil. Dediğim gibi Önder Apo baş aktör, bu sürecin baş yürütücüsü. Başka hiç kimse bu gelişmelere yol açamazdı. Bakın, insanlar politik zekâlarıyla bakan olabilirler, siyasetçi olabilirler, politikacı olabilirler, cumhurbaşkanı bile olabilirler. Her şey olabilirler yani. Fakat önder olmak başka bir şeydir. Herkes önder olamaz. Yani Önder Apo bir halk önderliğidir. Kimse lafla bu şeyi bulandırmamalı, karıştırmamalı, çarpıtmamalı. Ben uyarıyorum. Önder Apo herhangi bir siyasetçi değil, herhangi bir kişilik değil. Yani genelleme yaparak söylüyorum, bence daha fazladır. 60 milyon Kürt’ün temsilcisidir Önder Apo. Dediğim gibi dünyadaki tüm Kürtleri hesaplarsak bence daha fazladır. Ama 60 milyon Kürt’ün sözcülüğünü yapıyor, varlık ve özgürlük savaşımını yürütmüş bir önderlik olarak, kabul edilmiş bir önderlik olarak, uğruna binlerce insanın gözünü kırpmadan canını verdiği, binlerce fedainin sırada beklediği, yüzlercesinin uluslararası komploda bedenini ateşe verdiği bir önderlik. Bir tane örnek gösterin, bir tane yoktur.
Yani bu önderlik gerçekliğine herkes saygılı olmayı bilmeli, doğru yaklaşmayı bilmeli, nasıl ele alacağını bilmeli. Yok bütün Kürtleri temsil etmemiş, bazıları öyle söylüyor. Diyorlar ki, PKK, işte Önder Apo, nereden çıkarıyorsunuz? Bütün Kürtleri temsil etmiyor. Evet, var bazı böyle Kürt kökenli olduğunu söyleyen, onun üzerinden de bazı şeyler yapmaya çalışan. Ama 50 yıldır Türk Devleti tüm kurumlarıyla, bu sözde tırnak içinde söylüyorum, Kürtlerle ilişki halinde, yani Kürt Özgürlük Hareketi’ni bitirmek istedi. Onları büyüttüler mesela, koruculuğu geliştirdiler, Bakur’da korucu orduları oluştu. Siyasi alanda, yani parlamentoya Kürt vekiller diye soktular mesela. Sırf Özgürlük Hareketi büyümesin diye Federe Kürdistan’a onay verdiler, bir küçük Kürt devletçiliği oluşturdular. Ne oldu? Yani bu Kürtlerin yaptığı ne oldu? Bu Kürtler temsilci haline dönüşebildiler mi? Bunlar hikâye, kimse bunlarla da kendini aldatmasın.
Kürt Demokratik Uluslaşmasının tek bir önderliği var, o da Önder Apo’dur, o da muhatap alınmak durumundadır. Niye bunu söylüyorum? Şimdi komisyonun önünde bu duruyor. Süreci soruyorsunuz ya, süreç hangi aşamada? Sürecin nasıl gelişeceğinin tek kriteri var: Önder Apo’ya nasıl yaklaşılacağı. Çünkü Önder Apo hepimizi temsil ediyor. Önder Apo Kürt halkının tamamını temsil ediyor, onun Önderliği oluyor.
Bu noktada şuna getirmek istiyorum. Mevcut komisyonun önünde bir iki görev var. Bunlardan bir tanesi şu: Önder Apo’yu dinleyecek ama Önder Apo ile tartışmak zorunda. Niye tartışmak zorunda? Şimdi güncel olarak 21. yüzyılın bu vaktinde, bu zamanında Kürt varlığı artık inkâr edilemez düzeyde açığa çıktıysa, bölgesel bir aktör olduysa, artık asimilasyon ve soykırım politikalarıyla Kürtlere yaklaşım gerçekleştirilemezse, Türk Devleti ne yapacak bu Kürtlerle? Karar vermek zorunda.
Yani Kürt varlığı Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parçası olacak mı, olmayacak mı? Eskisi gibi asimilasyonist ve soykırımcı politikada mı ısrar edecekler? Yoksa Kürt varlığı kabul edilecek mi? Komisyonun bu soruya cevap vermesi lazım. Kürt var mı, yok mu? Varsa hakları var mı? Hakları varsa bu hakları verilecek mi? Bu kadar basit sorular. Bu anlamda sürecin geldiği önemli bir nokta budur. Ve bu artık dananın kuyruğunun koptuğu nokta diyorlar ya artık bu noktaya gelmiş. Ne kadar içinde iyi niyetli insanlar olsa da çalışma yürütmüşlerse de eğer bu misyonunu yapamazsa, yani Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti içerisinde nasıl yer alacağına ilişkin bir perspektif açığa çıkaramazsa, bir oyalama komisyonu olmanın ötesinde isimlendirilemez, değerlendirilemez. Eğer bu komisyon bundan kurtulmak istiyorsa, kesinlikle buna cevap vermek zorundadır.
Devlet Bahçeli’nin yaklaşımı ve açıklamaları anlamlı
Devlet Bahçeli’nin geçen hafta konuşmaları vardı. Güzel de konuştu, iyi konuştu. Kurucu önderlik olarak yine önderliğimizi ifade etti. Biz buna da anlam veriyoruz. Burada ikili bir anlam yüklediğini de düşünüyorum ben. Belki de fazla anlam yüklüyorum ama öyle anlamaya çalışıyorum Bahçeli’nin yaklaşımını. Yani hem evet, PKK’nin kurucu önderliği ama hem de yeni Türkiye’ye giderken, yeni Türkiye’nin inşasında da böyle öyle bir mesajı alıyoruz. Bunlar anlamlı, güzel söylüyor. Fakat az söylüyor. Yine de yetersiz söylüyor.
Şimdi evet, Devlet Bahçeli’nin de söylediği gibi, Önder Apo, yani şimdiye kadar söylediklerinin hepsini yerine getirdi, sözünü tuttu. Yani biz biliyoruz zaten önderliğimizi. Yani mesela Önder Apo’yu böyle bir önderlik haline getiren temel özelliklerinden bir tanesi, unutmaması. Herkes unutur, önderlik unutmaz. Yani mesela Önder Apo’ya milyonlar niye bu kadar bağlıdır? Militanlar niye bu kadar bağlıdır? Yoldaşları niye bu kadar bağlıdır? Çünkü Önder Apo sözünün insanıdır. Verdiği sözü asla unutmaz, unutturmaz ve mutlaka da yerine getirir. Biz bunu biliriz mesela. Böyle bir inançla bağlıyız. Mesela herkes şaşkınlık içerisinde, nasıl Önder Apo işte bu kadar yıl değil mi esaret altındaydı ama tek sözüyle partisine dediklerini kabul ettirdi, arkadaşlarına dediğini yaptırdı, hiçbir bölünme olmadı, hiçbir farklılık olmadı. Niye olmadı? Bu, Önder Apo’nun bu özelliğiyle ilgilidir. Önder Apo unutmaz, unutturmaz, kandırmaz, aldatmaz, aldanmaz. Biz bunları biliyoruz. Devlet Bahçeli de bunu tanıyor artık. Hatta böyle önderlik geçmişte hep örnek verirdi. Derdi ki kendisi için, Suriye yönetimi bana “bay ilke” diyor. Önderlikte ilke bu düzeydedir. Peki Bahçeli’de söz nerede? Mesela ben şu anda sorduğum soru bu. Önder Apo dediklerini yerine getirdi. Peki Bahçeli dediklerini yerine getirebildi mi? Bahçeli Ekim ayı konuşmasında ne demişti? Demişti, partiyi feshetsin, gelsin mecliste, DEM Parti grubunda siyaset yapsın. Hani nerede? Önderliğimizin üzerine hâlen kilit vuruluyor. Umut hakkı ülkesinden yararlansın. Hani nerede? Yani evet biz sözümüzü tutuyoruz. Önderlik şahsında söylüyorum. Çünkü bizler hepimiz önderliğe katılmışız. Önderlik gerçekliğine katılmışız. Önder Apo gerçekliği sözünü tutuyor.
Bir tane milliyetçi yazmış. Gürkan Çakır. Güzel bir röportaj yapmışlar Yeni Yaşam’da. Ben değerlendirmelerini de şey buldum, anlamlı buldum. Diyor milliyetçilikte il gider töre kalır. Yani töre sözdür aslında. Söz önemlidir yani.
Önder Apo’nun kuracağı yeni siyasi harekete katılmak istiyoruz
Şimdi gelinen noktada biz Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünün gerçekleşmesini istiyoruz. Önder Apo’nun siyasi ve hukuki haklarının tanınmasını ve siyaset yapar hale gelmesini istiyoruz. PKK feshedildi. Biz Önder Apo’nun oluşturacağı yeni siyasi harekete katılmak istiyoruz ben ve tüm yoldaşlarım. Biz PKK’ye katıldık ama biz aslında önderliğe katıldık. Önderlik ne yaparsa biz de onunla çalışmak istiyoruz.
O yüzden Önder Apo’nun fiziki koşullarının düzenlenmesi lazım. Fiziki özgürlüğünün sağlanması lazım. Üzerine aslında artık o esaret koşullarının aşılması lazım. Umut hakkının gerçekleşmesi lazım. Bu çerçevede yasal ve hukuki zeminin oluşturulması gerekir. İkinci önemli gördüğüm husus da buydu.
Herkes şunu tartışıyor. Bu sürece hangi siyasi oluşum nasıl yaklaşıyor? Bazıları zaten açıktan karşıtlık yapıyorlar. Çok da güçlü değiller. Fakat bunların da devletin bir ucu olarak, bir uç kanadı olarak aslında yönlendirildiği fikrine sahibim ben. İsimlerini ağzıma almak istemiyorum ama bunlara cevap vermek gerekir. Ben onu öyle söylüyorum. Kürt gençliği, Kürt siyasetçiler, demokrat insanlar daha fazla cevap vermeliler. Şiddet anlamında söylemiyorum. Hemen diyecekler ki, bakın işte şiddete çağrı. O anlamda değil. Yani hakaret düzeyinde saldırganlık var. Cevapsız bırakmamak lazım. Karşılık vermek gerekli. Fakat ben devletin bilinçli olarak bunları konuşturduğunu da düşünüyorum.
“Biz adım atamıyoruz, bilmem ne yapamıyoruz” diyerek süreci hep uçurum ağzında yürütmeyi bir politik şey olarak geliştiriyorlar. Bu, Erdoğan mesela o yüzden tam renk vermiyor. Fakat onlardan daha fazla bence süreci geriye çeken AKP cenahıdır. Başta da Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Yani olmasın demiyor, karşıtım demiyor. Mümkün olduğunca bundan faydalanıyoruz. Fırsat kolluyor, gelişmeleri izliyor. Fakat pratikte de olmaması için her şeyi yaptırıyor. Çünkü onlara bağlı o medya çevresi 24 saat olmaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Şimdi mesela AKP içerisinde sözde “tabanımız karşıdır” tartışması yürütülüyormuş. E, karşıysa sen çalışmadığın içindir. Sen süreci anlatmadığın içindir. Sen ikna olmadığın içindir. Baş ne düşünürse gövde öyle hareket eder. Baştaki eğer o kadar iradesizse, o kadar kendi düşüncelerini de etkili hale getiremiyorsa, o zaman zaten lider değildir. Zaten o zaman bir kurumsal gücü yoktur. Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. İstedikleri her konuda, her kararı kendi parti yapılarına ve tabanlarına kabul ettirebilen bir AKP gerçekliği var. Eğer olmuyorsa, ikna olunmuyorsa, yapılmıyorsa bu istenmediği içindir.
Toparlarsam yani süreç böyle bir noktaya geldi, dayandı. Daha önce de söyledik. Evet, biz gerçekten değişim ve dönüşümü istiyoruz. Bu konuda da kararlıyız. Türkiye’de bu süreç gelişir gelişmez. Biz kendi adımıza Önderliğimizin ortaya koyduğu manifesto ve açılımla gerekli değişimleri gerçekleştireceğiz.
Azerbaycan’daki kaza şüpheli
Fakat şunu şöyle kimse sanmasın, tek seçenekli değiliz. Bunu tekrar tekrar vurgulamak istiyorum. Çünkü sanki öyle bir tablo varmış gibi açığa çıkıyor. Öyle değildir. Bakın komisyon tartışmalarının olduğu bir dönemde Azerbaycan’dan Türkiye’ye kalkan bir uçak düştü. Çok şaibelidir. Yani hemen ertesi gün komisyon bir araya gelecekti. Hatta aynı gündü, yanlış değilsem. Geleceklerdi İmralı’ya gidiş için karar alınacaktı. Benim aklıma hemen 33 asker olayı geldi.
Evet, 33 asker olayı Türkiye’nin içteki kontrgerilla, böyle derin devletin işiydi. Bu tam olarak öyle değil ama bir dış müdahale gibi geliyor bana yani. Niye böyle bir dönemde gerçekten benzer bir şey oldu?
Mesela hatırlarsanız Reisi’in helikopteri de düştü. Azerbaycan’ın ilişki ağını düşünüyorum. Azerbaycan’daki özellikle İsrail etkisini düşünüyorum. Yani kısacası böyle Türkiye’de milliyetçi dalgayı yeniden böyle ayağa kaldırmak isteyen, iktidarı bu temelde zorlamak isteyen, mevcut süreci bu şekilde boşa çıkarmak isteyen bir hamle olabilir mi diye kendime sormadan edemedim. Yani süreç hâlen çok hassastır, kırılgandır. Başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da halklara dönük tehlike ortadan kalkmış değildir.
The Economist dergisinin 2026 kapağını hazırlamışlardı. Türk medyası onu işledi harıl harıl. Gerçekten ilginç bir kapaktı ve temel vurgu önümüzdeki yılın da bir savaş yılı olacağıydı. Şimdi bu mesaj Ortadoğu halklarına veriliyor. Bu mesaj ezilenlere veriliyor. Bu mesaj dünya halklarına, kadınlara veriliyor. Böyle bir gerçeklik içerisinde ben şeyin önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’den başlamak üzere, halkların ittifakına dayalı süreci karşılamayı önemli görüyorum. Yoksa Trump’ın ya da Amerikan emperyalizminin bölge oyunlarının birer kuklası olmaktan hiç kimse kurtulamaz.
Şara yeni bir işbirlikçi lider gibi gözüküyor
Trump ile Şara arasındaki görüşmeyi anlamaya çalışıyoruz. Fakat yansıyanlar da ilginçti. Sizin de dikkat çektiğiniz gibi mesela Şerî’yi resmi bir törenle almadılar. Arka kapıdan aldılar, arka kapıdan gönderdiler. Böyle ilginç görüntüler yansıdı. Bence çirkin görüntülerdi. Amerika ve İngiltere politikası olarak Ortadoğu’da işbirlikçi önderlikler oluşturma ve onlara dayalı olarak bölgede kendi politikalarını yürütme çizgileri var. Bugünün politikası değil. Yüzyıllardır aslında kapitalist modernitenin inşa sürecinden beri bölgeye böyle bir şey dayatılıyor. O günden bugüne de aslında Ortadoğu, Ortadoğu halkları, Arap halkları, Türkiye halkları, Kürdistan halkları, Kürt halkı, Fars halkı hep böyle bir kıskaç altındadır. Yani ben Şara’yı Beyaz Saray’daki görüntüleriyle ele aldığımda benim aklıma yeni bir işbirlikçi lider şekillendiriliyor ve bunu böyle bir şeyle sunuyorlar düşüncesi geldi.
Bundan önce Gazze barış görüşmelerinde de aslında ben benzer bir duyguyu hissettim. Orada da Trump bir şovmen havasıyla yer almıştı ve nasıl herkese böyle laf atmıştı, şaka yapmıştı, bilmem ne yapmıştı.Aslında asıl patron benim diyen, bu coğrafyanın sahibi benim, patronu benim diyen bir edayla bir mesaj vermişti. Şimdi de bunun devamı oluyor bu.
Şara ABD yönetimiyle uzlaştı, uzlaşmak için gitti zaten oraya. Hangi konularda uzlaştı? Bir, DAEŞ karşıtı koalisyonda yer alma sözü verdi. Yani bu şu anlama geliyor, daha önce içinde yer aldığı hareketleri yok etme faaliyetinin içerisinde olacak.
Yani daha önce arkadaş olduklarıyla, yani aynı cephede savaştıklarına karşı savaşacak bir anlamı bu. İki, İran karşıtı cephede yer alacağını söyledi. Yani bu şu demek, Amerika ve İsrail’in bölgedeki yeni politikalarına angaje olacak. Biliyorsunuz işte Irak üzerinden, yine işte Şii hilali bölgesi üzerinden İran’ı sıkıştırma politikası var. Giderek de İran’ı böyle hedefi alan bir bölgesel denklem var Amerika ve İsrail’in şahsında. Belli ki ona da ortak olacak, ona da söz verdi.
Üç, İsrail’e karşılık yapmayacağını ve uzlaşacağını, İsrail’in güvenliğini tehlikeye atmayacağını söyledi. O anlamıyla aslında ABD’ye biat etmiş gibi görünüyor ama özünde İsrail’e biat etti.
Yani bu tabloda, şimdi böyle bir tabloda ben Şara’nın çok fazla ayakta kalabileceğini sanmıyorum. Çok fazla Suriye toplumunun ihtiyaçlarına öncülük edebileceğini düşünmüyorum. Ne kadar böyle dış destekle ayakta tutulmaya çalışılsa da çok zor gözüküyor.
Genel izlenim olarak söylüyorum tabii bunu. Yani onun dışında böyle basına yansımayanlar dışında hangi konularda uzlaşmalar olduğunu çok bilmiyoruz. Fakat önemli bir konunun da tabii SDG üzerine olan, Gazze üzerine olan tartışmalar olduğunu biliyoruz. Yüksek bir ihtimal Hakan Fidan, Amerika’daki tartışmalara o temelde çağrıldı. Yani böyle sanki haberi yokmuş da gitmiş, bunlar hikâye yani. Amerika’ya o yüzden gitti, o tartışmalara katılmak için gitti.
Şöyle bir politika Amerika izliyor başından beri. İşte Tom Barrack şahsında hem Türkiye Büyükelçisi hem Suriye Özel Temsilcisi. Hakan Fidan şahsında hem Türkiye Dışişleri Bakanı hem Suriye ile ilgili kararlara aktif katılan bir figür. Böyle bir şey verilmiş durumda. Ben şöyle bir şey anladım: Evet, tam Türkiye’nin istediği gibi olmayacak Suriye’deki gelişmeler. Şunu gördüler, Şara da bunu yapamıyor, yani merkezi bir devlet şekillendiremiyor. Çünkü sosyoloji farklı, çok kısa sürede yaşananlar var. Alevilerin katliamı var, Dürzîlere dönük saldırılar var, Kürtlerin ayakta olma hali var. Yine farklı çeşitli etnik yapılar var. Kadınların bu Şara geçici hükümetine karşı çekinceleri ve kaygıları var, korkuları var. O anlamıyla İsrail’in bir planı var, Suriye planı. Tüm bunlar bir araya geldiğinde tam Türkiye’nin istediği şeyler olmuyor.
10 Mart’ta gerçekleşen mutabakat bu görüşme sonrası yeniden gündeme geldi. Kuzey Suriye Özerk Yönetimi bunu yeniden hatırlattı ve dedi ki, 10 Mart’ta açığa çıkan mutabakata bağlı olduklarını ve Şam yönetiminden de bu konuda bazı adımların atılacağına inandıklarını söylediler.
Buna dayalı olarak şunu söyleyebilirim, demek ki bu konuda daha birbirine yakınlaşan bir politik duruş vardır. Çıkardığım bir sonuç da budur.
Türkiye Suriye’deki süreci geri çekti
Peki Türkiye nasıl bir rol oynuyor? 10 Mart mutabakatı önemliydi. Biz de mesela olumlu gördük. Aslında Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi de sahip çıktı. Şam Merkezî Hükümeti, Şara yönetimi buna sahip çıktı. Dış destek aldı 10 Mart mutabakatı. Fakat bu 10 Mart mutabakatının hayata geçmesini Türkiye engelledi. Ne yaptı Türkiye? Türkiye, Türkiye’nin kendi iç gündemiyle Suriye’deki gündemi birlikte yürütmek istedi, birbirine bağladı. Türkiye’de bir süreç yürüyor, PKK karar almış, örgütsel varlığını sonlandırmış, silahlı mücadeleye son vermiş, QSD de ona bağlıdır, o da aynı. Biz bir taşla iki kuş vurayım derken aslında hem Suriye’deki gündemi geriye çekti, hem Türkiye’deki gündemi geriye çekti. Mesela aslında sürecin başından itibaren Türkiye’deki süreç de daha hızlı ilerleyebilirdi.
Bunun ikisini birbirine bağlamaları nedeniyle tıkanma yaşandı. Bunu böyle görmek lazım. Burada Hakan Fidan’ın ben özel olarak çok geriye çeken bir rol oynadığını gördüğümüzü belirtmek istiyorum. 10 Mart mutabakatının bir yönü QSD’nin Suriye ordusuna entegrasyonuydu ama bir maddesi de Kürt varlığının anayasal kabulüydü. Sadece 10 Mart mutabakatını QSD’nin Suriye ordusuna entegrasyonu üzerinden tartışmak süreci tıkatmak anlamına gelirdi yani. Ki nitekim öyle oldu. Aslında siyasi, hukuki, yasal adımlar atılsaydı Suriye’de sadece Kürtler açısından söylemiyorum. Oradaki halklar, oradaki inanç grupları, Hristiyanlar, Asurîler, yine işte genç kadınlar yani bunlar atılsaydı entegrasyon daha sağlıklı ve daha güvenli bir şekilde yürüyebilirdi. Fakat bu sağlanmadı.
Kısacası şöyle bir tablo vardı. Türkiye orada çok gerici bir rol oynadı. Hatta biraz daha ileriye giderek şunu söyleyebilirim. Hakan Fidan Suriye üzerinden Türkiye’deki sürecin gelişmemesi için de özel çaba sarf eden bir kişilik oldu. Bunu ne kadar Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde yapıyor bilemiyorum. Yani ben o konuda çok yorum yapacak durumda değilim.
Yani Hakan Fidan’ın tutumu, fıkrada geçtiği gibi Kürt anasını görmesin tutumudur. Yani ne olursa olsun Kürt’ün dediği olmasın. İsteği olmasın. Böyle bir tutum içerisindedir. Bu tutumuyla da hem Suriye’deki entegrasyon ve Suriye’nin birliğini zorlayan bir konumdadır. Hem de Türkiye’deki Türkiye’nin geleceğini zorlayan bir pozisyonda olduğunu söyleyebilirim.
Kadına yönelik şiddet daha da ağırlaşıyor
25 Kasım gerçekten kadınların özgürlük mücadelesi için, kadınların yaşam mücadelesi için, aslında kadınların bahar olma mücadelesi için önemli bir gün haline dönüştü. Aslında biliyorsunuz tarihçesi çok eski bir gün değil. 1999 yılından beri kadına yönelik şiddete karşı uluslararası bir dayanışma günü, aslında bir enternasyonal gün olarak örgütlendi. Biraz sembolik bir gün ama önemli, bilinçlenmek için önemli, farkına varmak için önemli. Kadınların yan yana gelmesi ve kendilerini savunması için önemli. Bu anlamıyla biz Kürdistan Özgür Kadın Hareketi olarak, PAJK olarak bu güne büyük anlam biçiyoruz, önem veriyoruz.
Dikkat edilirse her yıl da kapsamlı etkinliklerle Kürdistan’da, Türkiye’de, bulunduğumuz her coğrafyada, Kürtler, Kürt kadını nerede örgütlüyse, hangi coğrafya üzerinde ise yan yana gelip mücadele edebiliyorsa aslında, nasıl ki 8 Mart’ı karşılayıp kutluyorsa, değerlendiriyorsa, bir araya geliyorsa, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’nü de böyle karşılıyoruz. Fakat tabii bir farkındalık, bilinçlenme bunlar önemli. Fakat daha fazlası gerekli.
Kadına yönelik politikalar, kadına yönelik yaklaşım her geçen gün çok daha ağır bir hal alıyor. Aslında gezegenimiz üzerindeki en temel problem, en temel sorun nedir diye sorarsanız aslında kadınların sorunu, kadın sorunu, kadının özgürlük sorunu, kadının varlık sorunu. Bundan daha ağır bir sorun yok. Ve biraz daha aslında yakından bakıp incelersek, değerlendirirsek, tartışırsak göreceğiz ki bütün sorunların merkezinde de kadınların köleleştirilmesi, kadına yönelik şiddet ve zulüm var. Yani işte bir saattir tartışıyoruz, Türkiye’deki gelişmeleri tartışıyoruz, Ortadoğu’daki gelişmeleri tartışıyoruz. Belki söylenecek çok şey de var. Ama bu sorunların hepsinin kaynağında kadınların içine itildiği durum vardır. Kadının köleleştirilmesi durumu vardır yani. Kadına yönelik şiddet vardır.
O anlamıyla birebir bir kadın sorunundan bahsediyoruz. Kadınlar öncelikli olarak bu gerçeklikle yüz yüze kalıyorlar. Ama kadın şahsında tüm toplum aslında böyle bir şiddet sarmalı içerisinde alınarak köleleştiriliyor. Eziliyor, yok ediliyor, iradesi kırılıyor. Bu anlamıyla çok anlamlı ve daha fazla aslında tartışmamız gereken, böyle günleri çoğaltmamız gerekir, ona getirmek istiyorum. Evet, bir sembolik günden bahsediyoruz, 25 Kasım’dan bahsediyoruz. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele gününden bahsediyoruz. Ama biz, bizim kadınlar olarak değil bir gün, yani tüm günleri kendimizi savunacağımız, kendi öz savunmamızı öreceğimiz günlere çevirmemiz gerekiyor. Yani bizim böyle bir bakışla yaklaşmamız gerekiyor.
Gündemimiz özsavunma
Dikkat edin, hemen hemen her saniye dünyanın bir yerinde bir kadın öldürülüyor. Nedensiz yere öldürülüyor, sebepsiz yere öldürülüyor, en yakını tarafından öldürülüyor. Kocası tarafından öldürülüyor, kardeşi tarafından öldürülüyor, sevgilisi tarafından öldürülüyor. Hatta yani böyle bir gerçeklik var. Bunun çok iyi anlaşılması lazım. Bu yüzden de biz öncelikli olarak, PAJK olarak, Kadın Özgürlük Hareketi olarak gündemimize neyi alıyoruz? Öz savunmayı gündemimize alıyoruz. Özsavunma çizgisini oluşturmayan kadınlar ya da öz savunmaya ulaşamayan kadınlar, yani şöyle söyleyebilirim, şiddetin her çeşidiyle her yerde her an karşı karşıya kalabilirler. Yani bu ev içi şiddet olabilir, bu iş yerindeki şiddet olabilir, bu sokakta yürürken şiddet olabilir. Böyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız.
Tüm kadınlar kastik katil belirlemesi üzerine yoğunlaşmalı
Geldiğimiz noktada evet, şöyle bir bilinçlenme aşamasına biz ulaştık Önder Apo sayesinde. Biliyorsunuz Önder Apo’nun manifestosu var, bazı yerlerde de bazı bölümleri yayınlandı. 12. PKK Kongresi’nden sonra da politik raporu Serxwebûn dergisinde yayınlandı. Orada önderliğimizin ifade ettiği bir kast sistemi, kastik katil tanımlaması var. Yani kastik katilin açığa çıkma gerçekliğini Önder Apo tanımlıyor. Ben tüm kadınları bu kastik katil üzerine yoğunlaşmaya davet ediyorum bugün vesilesiyle. Gerçekten evet, yani geçmişini bilemeyen gününe anlam veremez. Yani neden böyle olduğunu bilemezsek, neden kadının sürekli katliamla, şiddetle, zulümle, köleleştirme eylemiyle karşı karşıya kaldığının bilincine varamazsak günümüze de anlam veremeyiz. Yani bunu o zaman nasıl karşılarız? Bir kader gibi karşılarız. Sanki doğamızda bu vardır, sanki bu işin fıtratında vardır. Yani olması gereken buymuş gibi yaşarız. Oysa biz şunu çok iyi biliyoruz, toplumsal gerçeklikler inşa edilmiş gerçekliklerdir. Kadına yönelik şiddetin kökeni bu kadar eskidedir. Yani kastik katilin binlerce yıl önce çıkışıyla bağlantılıdır. Bunu çözmeden, anlamadan, bunun gelişim süreçlerini kendi kişiliğimizdeki etkileriyle birlikte çözümlemeden aslında bu şiddet sarmalından çıkmamız çok mümkün değil. Bugün vesilesiyle ben dikkat çekmek istediğim konunun bu olduğunu söylemek istiyorum. Yani önemli gördüğüm husus bu.
İkinci önemli gördüğüm husus, tüm bu yaşananların temelinde kadının mülkleştirilmesi olgusu olduğunun bilinmesi gerektiğini ifade etmek istiyorum. Kadının ilk mülk olarak açığa çıkartılması, mülkiyetçi düzenin temeline kadının mülkleştirilmesinin koyulması hem sınıflı uygarlığın gelişiminin temelini oluşturmuş hem de sistematik olarak sürekli kadına dayatılan bir kölelik eylemini açığa çıkarmış. Yani sınıflı uygarlık, devlet, günümüzde kapitalist modernite ayakta kalmak istiyorsa sürekli olarak kadını mülkleştirmek durumundadır. Dikkat edin belki geçmişte yani geçmiş sistemlerde ahlakın ve toplumsal yapıların daha güçlü olduğu toplumsal sistemlerde bu kadar değildi. Ama şimdi kadının her şeyi satılık, duygusu satılık, bedeni satılık, mimiği satılık. Hatta öyle bir noktaya gelmiş ki yani şiddeti kadınlar kendi kendilerine uygular hale gelmiş. Bu mülkiyetçi sistem çünkü hep erkeğe göre olmak zorunda, hep egemen erkeğe göre şekillenmek zorunda. Saçını ona göre yapmak zorunda, dudağını ona göre yapmak zorunda. Estetik operasyonlarla neredeyse bütün kadınlar birbirine benzer hale geldi. Kadındaki o farklılık, o orijinallik, o bile kaybolur hale geldi. Bunların hepsinin altında yatan şey mülkiyetçi düzen. Kadının kendisini kesinlikle mülk konusu olmaktan çıkartması gerekir. Kadınların kendisine ait olmayı başarması gerekir. Kadınlar kimseye ait olmadan yaşamanın yolunu bulmak zorundadır. Yani bunun yaşam formunu inşa etmek zorundadır.
Bunun da kadınları doğrudan ve doğal olarak aslında komünal olmaya, komünalist harekete katılmaya itmesi gerekir. Bunun farkına varan her kadın, karşı karşıya kaldığı dehşeti bilince çıkartan her kadın mevcut sistemden aslında can havliyle kaçar. Ama öyle bir düzen oluşmuş ki sanki kadın içine doğduğu dünyaya mahkûmdur, ona mecburdur.
Ben 25 Kasım vesilesiyle tüm kadınlara şu çağrıyı yapmak istiyorum. Biz buna mecbur değiliz. Kadınlar tüm yaratıcılıklarıyla, tüm anaç yetenekleriyle, kendi özgürlük sistemlerini, komünal yaşam sistemlerini oluşturmaya, doğurmaya gücü olan varlıklardır. O anlamıyla ben yani mülkiyetçi düzene karşı çıkmaya, kadının kendi üzerindeki mülkiyetçi sistemlerle mücadele etmesine yani bunun esas nokta olduğunu düşünüyorum.
Buna adım atan her kadın özgürlüğe biraz daha yaklaşmış olur. Ama bundan çıkmayan ve bu sistem içerisinde kalmak için kendine bahaneler uyduranlar açısından ise zulüm, şiddet yaşamın doğal bir parçası konumuna gelir.
Biz Önder Apo sayesinde Kürt kadınları olarak, Kürt kadın hareketi olarak bilinçlendik. Kendimizi tanıdık, sistemi tanıdık, erkeği tanıdık. Giderek bir ideolojiye sahip olduk. Bir kadın kurtuluş ideolojimiz oldu. Jineoloji bilimiyle aydınlandık. Toplumsal bir hareket haline dönüştük. Şimdi giderek daha fazla edindiğimiz birikimle pratikleşmek, politikleşmek, karar gücü haline gelmek, özgürlüğün eylem çizgisini açığa çıkarmak, bu temelde hem kadın özgürlüğünü hem de toplumsal özgürlüğü inşa edecek bir noktaya geldik. Ben tüm kadınları, tüm dünya kadınlarını, tüm bölge kadınlarını hem bu deneyimden gerekli sonuçları çıkarmaya hem de katılmaya çağırıyorum. Bundan daha anlamlı ve değerli bir yaşam kadınlar için yoktur, diyorum.
Dilovası’ndaki yangın
Dilovası’ndaki yangında 6 kadının ölümü çok trajik bir olay. 6 kadın, üçü de çocuk yaşta. 15 yaşlarında yanlış değilsem.
Bu olayın Türkiye’de bir infiale yol açması gerekirdi. Yani büyük bir tepkiyle karşılanması gerekirdi. Fakat o kadar ölüm sıradanlaşmış ki Türkiye’de, hele hele kadın ölümleri. Günlük olarak Türkiye’de bir erkek elinde bir bıçakla bir kadını doğuruyor. O yüzden kastik katil dedim önceki şeyde. Günlük olarak bunun haberleri var. Ya da elinde bir pompalı, günümüzün silahı da aynı şey ya, tüfekle ya da silahla bir kadını katlediyor. Bir kadının cenazesi çöp kutusunda bulunuyor. Yani kadınların değeri bu düzeyde. Yaşam, yaşamdaki değeri bu düzeydedir. Aslında yaşamdaki değerleri yoktur.
Bir mülk oldukları kadar değerleri vardır. O da kullanım değeridir. Dikkat ederseniz, o Dilovası’nda da orada çalışıyorlar. Yaşamlarının bir karşılığı, bir değeri olmadığı için de çok bir şey yoktur. Öldüklerine de bir karşılığı yoktur. Büyük bir olasılıkla tazminatla ya da şunla bununla geçiştirilerek kapatılacak konulardır.
Öyle bir yerde bir fabrika kurmuşlar ki örneğin bu parfüm fabrikasının adresi yok. Aslında yok hükmündedir. Üzerinde hiçbir denetim yapılmamış. Yani şöyle söyleyebilirim. Önder Apo’nun yanındayken, Önder Apo’nun en çok öfkelendiği görüntülerden bir tanesi mevsimlik işçilerin Kürdistan’dan alınıp götürülerek yolda kaza yapmaları görüntüleriydi. Böyle hemen hemen her yıl onlarca kadın ve çocuk o araçlarda katledilirdi. Yani ülkeyi bu hale getiren, Kürdistan’ı bu hale getiren, Kürdistan’daki kadını bu hale getiren, böyle savuran erkekliğe aslında Önder Apo hep lanet okudu. Öyle söyleyebilirim.
Şimdi de bu tablodan sorumlu olan, evet iktidardır, devlettir ama esas olarak da egemen erkek aklı ve kadına hiçbir yaşam değeri vermeyen, yaşam hakkı vermeyen egemen erkeğin yaklaşımıdır. Benzer bir şey Rojîn Kabaiş gerçekliğinde de vardır. Benzer bir şey, Gülistan Doku 5 yıldır kayıptır. Ne olduğu anlaşılmadı. İpek Er cinayeti, yani devletin özel savaş şeyleriyle yaptı.
Yani kadını Kürt kadınlarıyla, genç kadınlarıyla araçsallaştırdı ve düşürdü. Ne derler, neresinden tutsan elinde kalan bir gerçeklik vardır yani. Tüm kadınlar böyle bir katliam, kırım, kadın kırım politikalarıyla karşı karşıyadır. Özellikle de yoksul, emekçi sınıfı olarak daha alt kesimde bulunan kadınların tümden aslında böyle yaşam şeyleri tehlikededir diyebilirim.
27 Kasım büyük bir coşkuyla kutlanmalı
Başta Önder Apo’nun, yine halkımızın 27 Kasım’ını kutluyorum, 47. yıl dönümünü. Evet, PKK’nin örgütsel varlığına son vermiş olabiliriz. Fakat PKK bütün değerleriyle ayakta ve aktif olarak da mücadeleyi sürdürüyor. En temel sorulardan bir tanesi şu tabii, yani Kürdistan’da PKK çıkışı olmasaydı ne olurdu? Herkesin dönüp dönüp bu soruyu bir kez daha kendisine sorması gerektiğini düşünüyorum. PKK olmasaydı ne olurdu? Herhalde böyle bir Kürtlük olmazdı.
Herhalde böyle bir özgür kadın gerçekliği olmazdı. Herhalde böyle umutla, inançla yarına bakan gençlik olmazdı. Yani o anlamda PKK Kürdistan’da Kürt uluslaşmasının çekirdek oluşumu olarak kendini ortaya koydu, ispatladı, varlığını gerçekleştirdi ve tarihteki yerini aldı.
Ben bu gelişmeleri açığa çıkartan tüm şehitlerimizi sevgiyle, minnetle, saygıyla anıyorum. Bu 27 Kasım’ı halkımızın şehitlere bağlılık temelinde her yerde büyük bir coşkuyla kutlamaları gerektiğini söylüyorum. Her yer böyle bir şenlik havasında olmalı.
PKK her zaman şehitler partisi olarak kendisini tanımladı. Hiçbir PKK militanı yaşarken ben PKK’liyim demedi. Çünkü PKK bir yüceleşmenin, bir büyümenin, mutlak özgürlüğün, güzellikte zirveleşmenin adı olduğu ve şehitler gerçeğini temsil ettiği için.
O anlamıyla tüm halkımız dört parça Kürdistan’da, Avrupa’da, bulunduğu her yerde şehitlerimize bağlılığın gereği olarak 27 Kasım’ı büyük bir coşkuyla kutlayabilmeli. Bugün vesilesiyle şunu söyleyebilirim. Evet, PKK için çok şey söylenebilir. Yani PKK ne yaptı denirse, ne yapmadı ki diyebilirim. Sadece bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermedi. Yani Kürdistan’da yaşaması gerekenle yaşamaması gerekeni ayrıştırdı. Güzel ile çirkini ayrıştırdı. Yani Kürtleri sadece açığa çıkarmadı, Kürtleri bir de var kıldı. Yeni özellikler kazandırdı. Cesaret verdi, fedakarlık verdi, anlam kazandırdı. Gerçekten Önderliğimiz bir çözümlemesinde şeyi söylüyor ya, PKK bir roman, bir şiir, bir türkü ve güzeldir. Yani gerçekten PKK böyle bir gerçekleşmenin adıdır.
Bizler için de, mesela ben kendi açımdan da hep şöyle şunu paylaşayım, bir şey olsun. Böyle kapatayım. Hepimiz için PKK hep bir ikinci şans oldu. Yani bize dayatılan bir yaşama, yaşam gerçekliğine karşı bize tercih etme hakkını verdi. Ne olmak istiyorsak onu olabileceğimizin gücünü, iradesini verdi. Özgür yaşam imkanını verdi. O anlamıyla yani PKK böyle bir arınma, kutsallık, yücelme, sevgi, yaşam merkezi haline dönüştü. Ben PKK’de gerçekleşen bu yaşam gerçekliğinin önümüzdeki süreçte demokratik toplumu ve barışı gerçekleştireceğini, önderliğimizin komünist yoldaşlık hareketiyle tüm bölgede etkili hale geleceğini ve Ortadoğu’da ezilenlerin, Kürtlerin, Türklerin, kadınların, gençlerin demokratik sosyalist yaşamını inşa edeceğine olan inancımı belirtiyorum. Herkesi bu mücadeleye daha aktif, daha yoğun, daha etkili katılmaya çağırıyorum.”
HABER MERKEZİ









