“Her çağın hâkim fikirleri her zaman hâkim sınıfın fikirleri olmuştur”
Komünist Manifesto
Anlamak aşmaktır…
Anonim
“Değişimin sırrı eskiyle cebelleşmek değil, yeniyi yaratmak için ayağa kalkmaktır”
Don Milland
Maalesef şeylerin mahiyeti ve gerçek seyriyle, şeylere dair algı-anlayış-kavrayış arasında derin bir uyumsuzluk var. Bu durum entelektüel ataletin, politik körlüğün sonucu… Oysa, bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları izleyerek, “her şeyi bilen uzmanları”, ne demekse “kanaat önderi” denilenleri dinleyerek bu sefil durumdan çıkmak mümkün değil… Her şey çığırından çıkmışken, insanlık ve uygarlık tehlikeli bir eşiğe dayanmışken, nasıl oluyor da insanların kahir ekseriyeti hâlâ bu aracın bu rotada ilerleyeceğine inanıyor… Bu kepazelik şeylerin normal hali sayılıyor.
Kapitalizmin peydahladığı sosyal kötülüklere (açlık, yoksulluk, işsizlik, sefalet, etik yozlaşma, aşağılanma…) ekolojik yıkım ve ilkim krizi eşlik ediyor ve bu ikisinin diyalektiği bir sürdürülemezlik durumu veya aynı anlama gelmek üzere bir uygarlık krizi ortaya çıkarmış bulunuyor…
Siz hiçbir siyasetçinin, gazetecinin, “konunun uzmanının”, kendilerinin ve başkalarının aydın dediklerinin ağzından ‘kapitalizm, emperyalizm, kolonyalizm, sömürü’… kavramlarının çıktığını duydunuz mu? Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemi değil midir? Neden şeyleri, olguları adıyla çağırmaya cüret edilmiyor? Mesela bu ülkede nüfusun süper zengin %1’i (büyük hırsızlar) milli gelirin %23,9”una, en zengin%10’ da %55,6 sına el koyarken, neden %50 yoksul kesime sadece %14,1 düşüyor? Neden doğa yağma ve talanı sorun edilmiyor… Burası tarımın keşfedildiği yer ama insanlar yeterli gıdaya ulaşamıyor… Üstelik yedikleriyle zehirleniyor… 1923- 1924 yıllarında 40 bin kişi yediklerinden zehirlenmiş… Bundan büyük skandal olur mu, bu utanılacak bir durum değil mi… Başka gezegenlerden birinin yolu buraya çıksaydı, herhalde bu ülkeyi nasıl bu hale getirdiniz, bu kadar saçmalığı, bu kadar akılsızlığı nasıl başardınız derdi…
Doğa tahribatı almış başını gidiyor, yaşamın temeli hızla aşındırılıyor ve bu konuda kayda değer hiçbir şey yapılmıyor… Artık bu ülke bir soyguncu çetesi tarafından rehin alınmış durumda… Sömürü, yağma ve talan insan havsalasını zorlayacak boyutlarda, lâkin siyasetçiler ve ‘uzmanlar’ başka dili konuşuyor… ‘Ekonomi büyüyecek, sorunlar çözülecek’ diyorlar… Eğer ekonomik büyüme çözüm olsaydı, onca zamanda, onca büyümeden sonra Türkiye bugün bu sefil durumda olur muydu? Söz konusu olan bir yenilgi tuzağına hapsolmak değil mi… Bu hesapta bir yanlış yok mu? Kapitalizm dahilinde büyüme sermayenin büyümesidir… Kapitalizmin her ileri aşaması daha çok sömürü, daha çok yağma ve talan, daha çok yoksulluk ve sefalet, daha çok doğa tahribatı demektir…
Maalesef şeylerin ‘normal hali’ sayılan sorgulanmaktan da muaf oluyor… Oysa, şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Her zaman ve her koşulda kapitalist devlet özel çıkarların hamisi ve savunucusudur… Kapitalizm dahilinde üretimin ‘birincil (aslî) amacı’ insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek, sermayeyi büyütmektir… Üretimle ihtiyaçlar arasındaki doğrudan bağ kopmuş durumdadır. İlişki pazarda (piyasada) kuruluyor… Aksi halde onca zararlı, gereksiz, vazgeçilebilir şey üretilmez, satılmaz, tüketilmezdi… Esasen kapitalizm insanlığın ve uygarlığın normal hali değil, temelli bir sapma… Araçlarla amaçlar ters yüz olmuş, öküz arabanın arkasına koşulmuş durumda…
Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahiptir. Lâkin bu dünyanın kaynakları sınırsız değil… Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi, sınırsız büyüme kaynakların sınırına dayanıyor… İklim krizi ve ekolojik yıkım hayatî riskler barındırıyor ama yeterli tepki yok… Bu tepkisizlik, savaş veya pandemi (salgın hastalık) durumunda olduğu gibi ani görünürlüğünün olmamasından, sürecin zamana yayılmış tecellisinden kaynaklanıyor… Değişimin zamana yayılmış olmasıyla ilgili… Zira, atmosfer bir günde ısınmıyor, göller, nehirler bir günde kurumuyor, ormanlar bir günde yok olmuyor, denizler bir günde tuzlanmıyor, buzullar bir günde erimiyor, arılar, kuşlar bir günde ölmüyor, çölleşme de öyle…
Dinci-ırkçı iktidar koalisyonu (cumhur ittifakı diyorlar), toplum sorunlarına külliyen yabancılaşmış durumda. Gözleri yağma ve talandan başka hiçbir şey görmüyor… Yegâne kaygıları gelecek seçimleri kazanmak… Oldum, olası Türkiye’de siyaset, bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri (herkesin olan, olması gereken ortak yaşam alanları ve kaynakları) yağmalamanın, talan etmenin hizmetindedir… Fakat 23 yılık AKP iktidarı tüm rekorları kırdı… Nerdeyse yağmalanmamış, talan edilmemiş, özelleştirilmemiş, kâr aracına dönüştürülmemiş bir şey bırakmadılar…
Esasen bugün Türkiye’nin içine hapsolduğu durumu kriz kavramı karşılamıyor… Söz konusu olan kriz değil, çöküş… Kriz genel denge durumundan bir sapma demeye gelir ama geri dönüşü, ‘normale’ dönüşü de imâ eder, oysa çöküş geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Başka türlü ifade edersek, söz konusu olan, artık verili paradigma dahilinde, verili zemin üzerinde bir çözümün, bir geleceğin mümkün olmadığı durumdur… Zira, zemin çökerse üzerindeki her şeyle birlikte çöker…
Yolsuzluk (çürüme) artık bir istisna değil, kural… Hukuk bypass edilmiş, adaletin esamesi okunmuyor… Etik, ahlak, kural, ölçü defterden silinmiş durumda… Oysa, etik kaygılara yabancılaşmış bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Etik sınır demektir, potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır… Mafyanın bile kendine özgü bir kuralları vardır ama dinci-ırkçı iktidar koalisyonunun öylesi kaygıları yok… Hiçbir asgari kural tanımıyorlar… Yolsuzluğun, ahlaksızlığın kural olduğu durumda adaletten, demokrasiden söz etmek abestir… Adalet yoksa, hukuk baypas edilmişse boşluğu diktatörlük doldurur… Velhasıl, ‘boşuna ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir’ denmemiştir…
Artık şeylerin gerçeğiyle yüzleşme zamanı geldi… Şeylerin gerçeğiyle yüzleşmek de radikal eleştiriyi içselleştirmekle mümkün… Entelektüel ataletten kurtulmadan, radikal eleştiriyi içselleştirmeden, şeylerin gerçeğiyle yüzleşmeden, çöküş tablosundan çıkmak mümkün değil… Ellerimiz ilelebet armut toplamak zorunda değil… Zira geç kalınırsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak… Artık siyasetin zeminin değiştirmek, vakitlice yeni paradigmayı oluşturmak gerekiyor. Siyasal yaşama katılma oy kullanmakla sınırlı olduğunda, siyaset, profesyonellerin insafına bırakılmış oluyor ve sonuç ortada… Müesses nizamın muhalefeti ben bu aracı daha iyi yürütürüm diyor… Oysa araç bozuk… Sadece sürücüyü değil, aracı da değiştirmek, bunun için de şeyleri adıyla çağırabilmek gerekiyor…
Erich Fromm dan bir alıntıyla bitirelim, “Artık uygarlığın çöküşünü engellemenin, insanlığın geleceğini kurtarmanın yegâne yolu, şüphe etme, eleştiri ve itaatsizlik yeteneğimize indirgenmiş bulunuyor…”









