Meclis Komisyonu, sonunda İmralı adasına ziyareti gerçekleştirdi ve böylece yıllardır tekrarlana tekrarlana alay konusu olan “koster bozuk”, “hava kötü” yalanları bir kez daha teşhir oldu. İsteyince oluyormuş demek ve oldu. Şüphesiz bu, Kürtler açısından çok ciddi bir aşama. Türkiye Cumhuriyeti’nin Meclis’i, son Kürt isyanının liderinin tabiri caizse ayağına giderek ilk kez doğrudan, yüz yüze bir görüşme gerçekleştirdi. Bu, görevli devlet memurlarının görüşmesinden farklı olarak siyasetin yaptığı bir şey ve önemli.
Ama sanırım, görüşmeden önce olanlar da hayli önemli. Geçen yılın 1 Ekim’inden beri, normal bir CHP yöneticisinden beklenmeyecek şekilde Kürtlerle ve süreçle ilgili negatif cümle kurmamaya çalışan, DEM Parti ile belli bir dirsek temasını (karşı tarafın da esnekliğiyle) koruyan, muhtemelen bunun için partideki sabunlukların baskısına da direnen Özgür Özel, (sözcük affedilsin ama) batırdı! Halk deyişindeki “bir çuval incir” lafı sanırım tam olarak böyle bir şey.
Şimdilik mesele geçip gitmiş gibi görünüyor ama bu ahmaklığın yaratacağı karanlıkla asıl gelecek günlerde yüzleşeceğiz. Böylece büyük bir yarılma oluştu çünkü. Tabii ki bunun sorumlusu Kürtler değil, tam da CHP’nin kendisidir. Ama müsebbibi kim olursa olsun bu bir sorun. Daha net söyleyeyim, tam da Erdoğan’ın istediği gibi davranarak Kürtlerle CHP arasındaki mesafeyi ciddi şekilde açan bu karar, sadece CHP meselesi değil artık.
Gördüğüm kadarıyla, (aklı başında olduğunu düşündüklerim de dahil) Kürt arkadaşların bir bölümü durumdan memnun gibi. Öcalan’ın CHP ısrarını ve sürecin toplumsallaşması isteğini hiç anlamayan, esasen Öcalan’ı da günahı kadar sevmeyen, hayatında bir defacık HDP’nin DEM Parti’nin kapısının önünden geçmemiş olan ‘hariçten gazel’ okuyucularını zaten hiç saymıyorum. Vallahi ona bakarsan, şahsen ben de bir sosyalist olarak 60 yıldır “bizden başka seçeneğiniz yok” klişesiyle başımıza musallat olan CHP’nin yerin dibine gitmesini isterim. Ölüsüne bir tas suyu dökenin de Allah belasını versin! Ama siyasi sonuçları itibarıyla her şey o kadar basit değil. CHP, 19 Mart’tan bu yana artık CHP’den ibaret değil. Maalesef, evet maalesef, sosyalistlerin güç ve perspektif zayıflığı koşullarında, bu ülkede milyonlarca insan, İmamoğlu’nun tutuklanması, vs. gibi sorunların ötesinde, yoksulluk, hırsızlık, adaletsizlik, geleceksizlik, baskı gibi koşullardan ötürü büyük bir öfkeye sahip ve her fırsat bulduğunda özellikle gençlik üzerinden patlayan bu öfke, bu muhalefet potansiyeli, şu anda (yine maalesef!) CHP’nin atmosferi içinde hareket ediyor, daha doğrusu bir şekilde ehlileştirilip kontrol edilmeye çalışılıyor.
Tam de bu yüzden, CHP’nin yarattığı “Nerden baksan tutarsız, nerden baksan ahmakça” durumun, bu potansiyel ile (CHP ile değil, bu muhalefet potansiyeli, bu düzen karşıtı öfke ile) Kürtler arasında oluşan/oluşabilecek kısmi duygu birliğini de ciddi olarak sakatlaması, bir sorun. Böyle olmadığı düşünülebilir; saygı duyarım. Halt yediler, bedelini ödesinler, evet! Ama sorun şu ki, Türkiye şu an itibarıyla, hiçbir gevşeme belirtisi göstermeyen soluk aldırmaz bir baskı ve sömürü rejimiyle yönetiliyor. An itibarıyla, sokaktaki hayvanlardan, bahçemizdeki zeytin ağaçlarına, yatak odalarımıza, çocuklarımızın kılığına kıyafetine, yediğimize içtiğimize musallat olmuş, hayatın her alanına kendi zorbalığını dayatan bir iktidardan söz ediyoruz. İktidarın, bütün bunlardan vazgeçme niyetini gösteren en küçük bir emare bile ufukta görünmüyor. “Süreç için özel yasa” fikrine kısmen sıcak yaklaşıyor gibi görünmelerinin sebebi de belki biraz bu. Mevcut faşist rejimin yasa ve uygulamalarını değiştirmeden, emekçilerin, gençlerin, kadınların ve yoksulluk altında beli bükülenlerin, itiraz eden herkesin kafasındaki balyozun ağırlığını birazcık olsun hafifletmeden, tek adam düzeninin temel taşlarını yerinden oynatmadan, ‘ara bir yol’ bulma fikri bile şu anda iğreti duruyor.
Yani bir Trabzonlu müteahhidin hapiste olmasını dert etmeyebiliriz belki ama sorun şu ki, ülkenin genelinde “şafak operasyonu” gerçeği varken, hık diyenin içeri alındığı, halk iradesinin hiçe sayıldığı koşullarda ve en yakın rakibini ezmiş bir Erdoğan rejiminin kendini tahkim ettiği şartlarda, hiçbir ‘müzakere’ ve hiçbir ‘anlaşma’ garanti altında olmayacak, hayata ve siyasete ‘entegre’ olacak olanların da güvenliğini sağlayamayacaktır.
Örnek olsun diye zikredeyim, Demirtaş ya da başka insanların tahliyesi ya da içeride kalması üzerine yapılan spekülasyonların gerçeği de aslında tam buraya denk düşüyor. Herkes çıksın, tamam, eyvallah, itirazı olanın dili kurusun ama mesele bu değil ki. Şu anda, 86 milyon insan, artık bu ülkede herhangi birinin tutuklanmasının da serbest bırakılmasının da hukukla ilgisi olmadığını, kilitlerin açılıp kapanmasının tek bir adamın iki dudağına bağlı olduğunu biliyor ve bu, kelimenin tam anlamıyla bir rejim inşasıdır.
Nihayetinde, diyeceğim şu ki, Kürt hareketinin son derece haklı olarak sıkça tekrarladığı “Kürt sorunu çözülmedikçe Türkiye’ye demokrasi gelmez” sözünün (tersi değil ama) izdüşümü de doğrudur. Türkiye’nin demokrasi meselesi bir mücadele meselesiyse eğer, kimsenin toplam muhalefet potansiyelinin herhangi bir parçasını yok sayma şansı bulunmuyor.
Coğrafyayı bilmem ama bizimkisi bir kader hakikaten. Nasıl “şu Kürtler olmayaydı da ağız tadıyla bir sınıf mücadelesi yapaydık” denilemiyorsa, “biz hele bir kendi derdimizi çözelim” de denilemiyor.
Allah’ın rahmeti midir, laneti midir bilmiyorum artık ama vallahi durum böyle.









