• İletişim
  • Yazarlar
  • Gizlilik Politikası
20 Aralık 2025 Cumartesi
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
ABONE OL!
GİRİŞ YAP
Yeni Yaşam Gazetesi
JIN
  • Anasayfa
  • Gündem
    • Güncel
    • Yaşam
    • Söyleşi
    • Forum
    • Politika
  • Günün Manşeti
    • Karikatür
  • Kadın
  • Dünya
    • Ortadoğu
  • Kültür
  • Ekoloji
  • Emek
  • Yazarlar
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Tümü
  • Anasayfa
  • Gündem
    • Güncel
    • Yaşam
    • Söyleşi
    • Forum
    • Politika
  • Günün Manşeti
    • Karikatür
  • Kadın
  • Dünya
    • Ortadoğu
  • Kültür
  • Ekoloji
  • Emek
  • Yazarlar
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Tümü
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Yeni Yaşam Gazetesi
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Ana Sayfa Forum

Barış konuşulurken aydın ve entelektüeller nerede?

20 Aralık 2025 Cumartesi - 00:00
Kategori: Forum
Barış konuşulurken aydın ve entelektüeller nerede?

Kürt meselesi, bu ülkenin demokrasi kapasitesinin en büyük ve en gerçek sınavıdır. Bu sınava bakmaktan kaçan her entelektüel, sadece bugünü değil, ülkenin geleceğini de ertelemektedir. Barış, sadece silahların susmasından ibaret değildir; düşüncenin, vicdanın ve cesaretin konuşmaya başladığı andır

Alattin Bilgiç

Türkiye son iki yıldır bir barış iklimine girmeye çalışıyor. Kimine göre eksik, kimine göre çoktan geç kalınmış, kimine göre ise sadece bir risk bu. Bunların hepsini sabaha kadar tartışabiliriz; ancak asıl mesele sürecin kendisinden ziyade, çevresini kuşatan o sağır edici sessizliktir. Kendini “aydın” ya da “entelektüel” olarak tanımlayan çevrelerin içine gömüldüğü o tuhaf ve sarsıcı kayıtsızlık…

Şunu net bir şekilde koyalım: Barış konuşulurken susmak, tarafsız bir limana sığınmak değildir; mevcut güç dengelerini olduğu gibi onaylamaktır. Tarih, bu tür sessizlikleri hiçbir zaman masum bir kenara çekilme olarak kaydetmedi. Bu sessizliğin kendisi, aslında politik bir tercihin ta kendisidir.

Cumhuriyetin yüz yıllık yükünü sırtında taşıyan Kürtlerin hikâyesi, sadece Ankara’nın siyasi koridorlarında karara bağlanacak soğuk bir dosya değil. Bu hikâyenin içinde inkâr var, yasaklanmış diller, boşaltılmış köyler ve kuşaktan kuşağa bir miras gibi devredilen o derin adaletsizlik duygusu var. Şimdi kalkıp bu devasa toplumsal yarada sorumluluk alan siyasetçilerin ya da silahlı aktörlerin sırtına bir yük olarak bırakabilir miyiz? Elbette hayır. Çünkü çok iyi biliyoruz ki dünyanın hiçbir yerinde gerçek bir barış, sadece masada atılan imzalarla gelmedi. Bunun için ciddi toplumsal hazırlıklara, zihinsel rahatlamalara ve daralan tolerans aralıklarının yeniden genişletilmesine ihtiyaç var.

Masada imzalanan metinler, ancak toplumun damarlarında karşılık bulursa bir anlam kazanır. Bu karşılığı üretenler ise çoğu zaman siyasetçiler değil, bizzat düşünce insanlarıdır.

Dünya deneyimleri aslında bize çok şey anlatıyor ama biz inatla bakmayı reddediyoruz. Güney Afrika örneği hâlâ önümüzde bir ders gibi duruyor: Apartheid sonrası geçiş sürecinde entelektüeller sadece görüş bildirmekle yetinmediler, sürecin içinde aktif rol aldılar. Üniversiteler kapılarını açıp forumlar düzenledi, hukukçular geçiş adaleti metinlerini tırnaklarıyla kazıyarak hazırladı, kiliseler yüzleşme toplantıları organize etti. Desmond Tutu’nun yaptığı şey basit bir “ahlaki çağrı” değildi; beyaz azınlığın korkularını ve siyah çoğunluğun öfkesini aynı potada eritebilen sistematik bir toplumsal ikna süreciydi. Bu, siyasetçilerin tek başına kuramayacağı kadar derin bir dildi.

Kuzey İrlanda’da barışın sesi yükselmeden çok önce akademik dünya sahadaydı. Çatışma çözümü merkezleri, mahalle bazlı diyalog programları geliştirdi. En önemli pratik adımlardan biri ise farklı kimliklerden entelektüellerin birlikte kaleme aldığı ortak raporlardı. Bu raporlar sadece hükümet katlarına değil, doğrudan halkın kalbine ve aklına hitap ediyordu. “Ne kaybediyoruz, ne kazanıyoruz?” sorusunu soyut sloganlarla değil, somut verilerle halkın önüne koydular.

Kolombiya’da barış müzakereleri yürürken üniversiteler kırsal bölgelere, köylere kadar gidip saha çalışmaları yaptı. Akademisyenler mağdurların taleplerini tek tek kayıt altına alıp bunları müzakere metinlerine dönüştürdüler. En dikkat çekici olanı ise şuydu: Entelektüeller süreci eleştirmekten asla kaçınmadılar. Devleti de silahlı örgütü de aynı açıklıkla eleştirdiler; işte bu dürüst denge, sürecin meşruiyetini asıl güçlendiren şey oldu.

İspanya’daki ETA sürecinde Basklı entelektüeller ise sadece şiddeti reddetmekle kalmadılar; kendi mahallelerindeki o milliyetçi romantizmi de sorguya çektiler. Yazarlar açık mektuplar yayımladı, sanatçılar her türlü tehdide rağmen sergiler açtı, hukukçular af ve cezasızlık sınırlarını cesaretle tartışmaya açtı. Barış, ancak o güne kadar “konuşulamaz” denilen alanların konuşulur hale gelmesiyle yol alabildi.

Peki, Türkiye’de sorun nerede?

Türkiye’de maalesef bambaşka ve bir o kadar karamsar bir tablo var. Kürt meselesi söz konusu olduğunda aydınların önemli bir bölümü üç ana tutumdan birine savrulup gidiyor.

Bir yanda o her şeyi “erteleleyen” dil var: “Zamanı değil”, “toplum hazır değil” gibi cümleler, aslında hiçbir şey yapmamanın konforlu gerekçesine dönüşüyor. Diğer yanda meseleyi “soyutlaştıran” bir dil hakim: Somut tarihsel talepler yerine, içi boşaltılmış “demokrasi” ve “kardeşlik” söylemleriyle mesele steril hale getiriliyor; Kürtlerin bizzat yaşadığı o somut deneyim buharlaştırılıyor. Üçüncüsü ise o meşhur “denge takıntısı”… Ahlaki değil, tamamen retorik bir denge bu. Her açıklamada kurulan o matematiksel simetri; “ama onlar da yaptı”, “ama devlet de zor durumda” gibi ifadeler adaleti değil, sadece aydının kendi konforunu koruyor.

Daha çarpıcı olanı ise hiç yapılmayan açıklamalar, verilmeyen tepkilerdir. Kürtçenin kamusal alandaki o fiili sınırlarına dair güçlü bir entelektüel kampanya göremiyoruz. Kayyum uygulamalarına, tutsaklara, anadilde eğitime ya da temsil sorunlarına dair (bireysel çıkışların ötesine geçen) kolektif ve ısrarlı bir aydın bildirisi yok. Geçmişin yaraları üzerine sürekliliği olan kurumsal bir yüzleşme çağrısı yükselmiyor. Bu “yokluklar” birer tesadüf değil; açık bir risk almama tercihinin sonucudur.

Bu noktada mesele artık sadece eleştiriyle sınırlı kalamaz; bir sorumluluk alışa dönüşmek zorundadır. Aydınlar için somut çıkış yolları hala var:

Siyasi partilerden ve devletten bağımsız, Kürt ve Türk entelektüellerin birlikte omuz omuza çalıştığı sürekli platformlar oluşturulmalıdır. Bu platformlar sadece soyut bildiriler yayımlayıp kenara çekilmemeli; raporlar üretmeli, sahaya inmeli ve kamuoyunu bilgilendirmelidir. Farklı ideolojik dünyalardan gelen aydınların ortak imzaladığı, somut talepler içeren metinlere ihtiyacımız var. Genel geçer çağrılar değil; dil haklarından yerel yönetimlere, adaletten kültürel haklara kadar net öneriler sunulmalıdır. Üniversiteler sadece sempozyum mekanı olmaktan çıkmalı; Kürt illerinde halka açık dersler, belgeleme çalışmaları yapılmalıdır. Bir defalık yazılarla yetinmek yerine; uzun soluklu tartışma dizileri ve açık oturumlarla barış gündemi sürekli diri tutulmalıdır.

Türkiye demokrasi tarihinde aydınların ne tür baskılarla ve ciddi sorunlarla karşılaştığını elbette biliyoruz. Ancak aydın olmanın bedelsiz bir konum olmadığı, aksine bu kimliğin tam da o “bedeli” göze alabilmekle inşa edildiği artık kabul edilmelidir. Aydın ve entelektüel cesareti, sadece hoş bir temenni değil, kaçınılamaz bir tarihsel sorumluluktur. Unutulmamalıdır ki dünya tarihinde hiçbir barış süreci, sadece kendi konforunu ve güvenliğini düşünen aydınlar sayesinde başarıya ulaşmadı.

Kürt meselesi, bu ülkenin demokrasi kapasitesinin en büyük ve en gerçek sınavıdır. Bu sınava bakmaktan kaçan her entelektüel, sadece bugünü değil, ülkenin geleceğini de ertelemektedir. Barış, sadece silahların susmasından ibaret değildir; düşüncenin, vicdanın ve cesaretin konuşmaya başladığı andır. Bugün Türkiye’de eksik olan şey bir barış arzusu değil, bu süreci taşıyacak o güçlü entelektüel omurgadır. O omurga kurulmadan atılan her adım, her zaman kırılgandır. Aydınların suskunluğu bir kader değil, bir tercihtir ve her tercih gibi bunun da tarih önünde bir karşılığı olacaktır. O gün geldiğinde ise “geç kalmış olmak”, hepimizin en büyük hüsranı olacaktır.

PaylaşTweetGönderPaylaşGönder
Önceki Haber

Bakırhan’dan rapor açıklaması: Kürt meselesini torbaya sıkıştırmak çözüm değil

Sonraki Haber

CHP’nin Raporu, tew lê gulê!

Sonraki Haber
DADSAZ: Varlığın hukuk dili

CHP'nin Raporu, tew lê gulê!

SON HABERLER

Karşı kutuplara itmeden sosyalizmi tartışabilmek

Karşı kutuplara itmeden sosyalizmi tartışabilmek

Yazar: Bedri Adanır
20 Aralık 2025

Süreç ve HDK davasında adalet arayışı

Süreç, riskler ve solun sorumluluğu

Yazar: Heval Elçi
20 Aralık 2025

Uçak kazaları ve iktidar

Yetse de yetmese de…

Yazar: Nazlı Buket Yazıcı
20 Aralık 2025

Öcalan’ın söyledikleri ve hakikatin dili

Sosyalizm ve sınıfta kalanlar

Yazar: Heval Elçi
20 Aralık 2025

DADSAZ: Varlığın hukuk dili

CHP’nin Raporu, tew lê gulê!

Yazar: Nazlı Buket Yazıcı
20 Aralık 2025

Barış konuşulurken aydın ve entelektüeller nerede?

Barış konuşulurken aydın ve entelektüeller nerede?

Yazar: Nazlı Buket Yazıcı
20 Aralık 2025

Bakırhan’dan rapor açıklaması: Kürt meselesini torbaya sıkıştırmak çözüm değil

Bakırhan’dan rapor açıklaması: Kürt meselesini torbaya sıkıştırmak çözüm değil

Yazar: Yeni Yaşam
19 Aralık 2025

  • İletişim
  • Yazarlar
  • Gizlilik Politikası
yeniyasamgazetesi@gmail.com

© 2022 Yeni Yaşam Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

E-gazete aboneliği için tıklayınız.

Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Tümü
  • Güncel
  • Yaşam
  • Söyleşi
  • Forum
  • Politika
  • Kadın
  • Dünya
  • Ortadoğu
  • Kültür
  • Emek-Ekonomi
  • Ekoloji
  • Emek-Ekonomi
  • Yazarlar
  • Editörün Seçtikleri
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Karikatür
  • Günün Manşeti

© 2022 Yeni Yaşam Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır