Özsavunma, yalnızca iktidara bir tepki, sadece onun bir olumsuzlaması değil, yaşamın kendi komünalliğini olumlamasının gerçek hareketidir
Sinem Özer
Abdullah Öcalan’ın Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı’na gönderdiği mesaja Marksizm “içinden” verilen tepkileri günlerdir okuyoruz. Proletarya ve ezilenlerin bugüne kadarki mücadele tarihini “bir özsavunma oluşumu olarak komünü” başa koyarak okuma önerisi müthiş bir infial yaratmışa benziyor. İktidar yapılarının çözülüşünü ve kolektif öznelliklerde bir dönüşümü aynı anda içeren özsavunma fikri karşısında, Marksizm işçi sınıfının kapitalizm içindeki “ayrıcalıklı” konumuna dayandırılmış bir iktidar teorisi gibi sunuluyor ve savunuluyor. Bu durum tersten de olsa aslında Abdullah Öcalan’ın mesajının hedefini gerçekten bulduğunu gösteriyor. Bu savunuların yalnızca Öcalan’a değil Marx’a bakıştaki bir kör noktayı açığa çıkarmak gibi bir yararı var.
İşçi sınıfının mücadelesini sermayenin gelişimine ve bunun krizlerine bağımlı kılan modernist Marksistlerin tersine, Marx proletaryanın devrimciliğini sınıfsızlaşma ve kolektif öznelliklerde bugünden bir değişim meydana getirme gücüne bağlamıştı. Proletaryanın sınıf olarak kendiyle beraber tüm sınıfları ortadan kaldırabilecek yegâne güç olarak olumlanmasının arkasında bu bağlantı yatıyordu. Marx’ta gelişkinlik, sermayenin gelişkinliği değil sermayenin içinde, karşısında ve ötesindeki bu antagonist gücün gelişkinliğiydi, ilericilik de sermayenin gelişiminin değil mücadelenin ilericiliğiydi. Öcalan’ın komünün özsavunmasını başa koyma önerisinin yarattığı infialin bir nedeni tam da burada, Marx ile Marksistlerin birçoğu arasındaki bu gerçek ama itiraf edilemeyen mesafeyi açığa çıkarmasında yatıyor. Bir özsavunma mücadelesi olarak komün, Marx’ta sınıf mücadelesinin sınıflaştırılmaya karşı bir özsavunma mücadelesi olduğunu aslında yeniden hatırlatıyor.
Bu hatırlatmanın üstünden bu kadar kolay atlanmasında, Öcalan’ın gerek Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu gerekse konferans mesajının, komün perspektifi sanki ilk kez dile getiriliyormuş gibi okunmasının da payı vardır elbette. Ama eğer öyleyse, ve istenirse, bu perspektifin yerleşik sınıf mücadelesi tahayyülünde nasıl bir değişikliği hedeflediği, Öcalan’ın Özgürlük Sosyolojisi metninde çok daha açık bir şekilde görülebilir. Öcalan, bu metnin birçok satırında komünün özsavunma mücadelesini, Marx’ın proletaryanın komünalliğinde gördüğü aynı kopuş ve dönüşüm dinamiği olarak ortaya koyuyor.
Marx’a geri dönerek başlayalım. Marx sınıfsız toplumsal ilişkilerin kurucu gücünü devlette değil komünde görür. Komün, zenginliğin ve özgürlüğün, üretme ve yaratma gücünün yeniden temellükü yoluyla devletin egemenliğinin özörgütlü yıkımıdır. Komün ile devlet arasındaki bu karşıtlıkta, proletaryanın devrimciliği sınıf olarak kendini ve varoluş koşullarını ortadan kaldırma, kendini reddederek sınıfsızlaşma gücünden, bu güç ise emeğin var olma ve eyleme gücünün komünalliğinden gelir. Emeğin üretici elbirliği, yani komünalleşme gücü Marx’ta aynı anda hem bir kopuş hem bir yaratım gücüdür. Emeğin sınıflaştırılarak yaşam araçlarını kendi elleriyle oluşturmanın özgürlüğünden yoksun bırakılmışlığı ile üretimdeki komünalliğinin içerdiği yaratıcılık potansiyeli birlikte patlamaya hazır bir güç oluşturur. Buradan bakılırsa, devrimci bir durumu ayırt eden ikili iktidar, aslında potansiyel olarak daima çoktan mevcuttur. Bu potansiyel gerçekleşmesini güç ilişkilerinin mevcut kurulumunu altüst eden, emeğin üretme ve yaratma gücünü özgürleştiren, sınıflaştırma ve devletleştirmeye karşı komünalliğin özsavunmasını örgütleyen bir mücadelede bulur. Marx’ta komün, sermaye ve devlet karşısında, emeğin elbirliğini ve toplumsallaşma gücünü olumlamaktan başlayan bu özsavunma mücadelesidir. Buradan bakınca Marx’ın komünizm için söylediklerini hiçbir değişiklik yapmadan komün için de söyleyebiliriz: Komün “bizce oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değil, günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek harekettir.”
Öcalan da kurucu gücü parti ya da devlet değil komün olarak, özsavunmayı ise bu gücün gerçek hareketi olarak kavrar. Özsavunma, her şeyden önce, “toplumun ahlaki ve politik dokusunun gelişimini ve işlevini yerine getirmesini engelleyen unsurlarla [bugünden verilecek] bir mücadele”dir. Toplumsal ilişkiler sınıflaştırıldıkça ve buna bağlı olarak devletleştirildikçe toplumsal öznellikler ahlaki ve politik kapasitelerinden koparılarak güçsüzleştirilir ve savunmasız bırakılır. Toplum sermayenin ve devletin doğrudan nesnesi haline komünalleşmesinin olanaklarından koparılarak getirilir. Hem sermaye hem devlet anti-komünal bir gelişmedir. Özsavunma, tam da bu yüzden, aynı anda hem bu anti-komünal güçlerden kopuştan hem de bütün toplumsal ilişkileri komünalleştirerek dönüştürmekten başlamalıdır. Özsavunma, sınıflaştırmanın karşısına komünün sınıfsızlaşma pratiklerini, devletleştirmenin karşısına komünün özörgütlenme pratiklerini çıkarır. Toplumun komünalleşme hareketi olarak sınıfsızlaşma ve politikanın komünalleşme hareketi olarak özörgütlenme, komünün özsavunma güçlerini oluşturur. Aynı şeyi tersinden söylersek, özsavunma, komünün yıkıcı ve kurucu gücünü, kopuş ile dönüşümü sentezleyen gerçek harekettir. Öcalan bu gerçek hareketi Özgürlük Sosyolojisi’nde şöyle tanımlar “Özsavunmasız toplumlar sermaye ve iktidar tekellerince teslim alınmış ve sömürgeleştirilmiş toplumlardır. … Demokratik toplum olmada ve varlığını sürdürmede en az sermaye ve iktidar tekellerinin saldırılarını ve sömürülerini sınırlandıracak ölçüde özsavunma yapılanmasını ve eylemliliğini oluşturup hazır, işler halde tutmak şarttır.” Öcalan, Marx’ın Fransa’da İç Savaş metninde dediği gibi, komünü bir ideal olarak değil, “işleyen varoluşu”, “faal gerçekliği” bakımından önemser. Özsavunma, komünün bu faal gerçekliğinin ta kendisidir.
İşte komünü en kötü ihtimalle sınıf ve devlet gerçekliğinden bir kaçış, en iyi ihtimalle de farklı sınıflardan oluşan ulusun çıkarları uğruna sınıfın bir ikamesi olarak okuyanlar, onun sınıfsız, devletsiz, cinsiyet özgürlükçü ve milliyetsiz toplumsal ilişkilerin olanaklarını bugünden yaratmaya dönük böyle bir özsavunma mücadelesi olarak öne sürüldüğünü görmezden gelebiliyorlar. Devrimci sürecin yıkıcı ve kurucu uğraklarının, iktidar yapılarının parçalanması ile özgür yaşamın yaratılmasının birbirine ancak devlet iktidarının güvencesi altında bağlanabileceğini öne sürenler, devrimci süreci mücadelelerin direniş gücüne ve yaratıcılığına emanet etmekten kaçıyorlar. Devrimciliğin yıkıcı ve kurucu güçlerine değil, sıçramaların ve kopuşların olmadığı tedrici bir değişimi güvence altına alacak, “sınıf iktidarı” biçimindeki bir devlete güvenmeyi tercih ediyorlar. Devrimin devletleşmesinin devrimciliğin özsavunma güçlerinden koparılması anlamına geldiğini inkâr edebiliyorlar, çünkü devrimi komünün suretinde değil, ancak devletin suretinde hayal edebiliyorlar.
Ama yaşamın komünalliği, iktidardan hep taşar. Özsavunma, yalnızca iktidara bir tepki, sadece onun bir olumsuzlaması değil, yaşamın kendi komünalliğini olumlamasının gerçek hareketidir. Özsavunma iktidarı takip ediyormuş, ondan sonra geliyormuş gibi göründüğünde dahi, onda dirildiğini gördüğümüz şey, aslında kuvveti katlanarak artmış olan bir yaşamdır. Yaşam özsavunmasında şimdi daha da büyük bir gücü harekete geçirir ve devrimcileşir. Yaşamın kendi komünalliğini olumlama hareketi olan özsavunma bu yüzden daima önce gelir ve özerktir; iktidar ise daima ikincil ve tepkisel. Komün özsavunmasında bağımsız ve özgürdür, devlet ise iktidarında daima bağımlı ve tabi kalacaktır.









